Özgür Müftüoğlu: Gidişatı mücadele belirleyecek

img
HABER MERKEZİ - Borç, enflasyon, işsizlik ve yoksullukla gitmeye gün sayan 2022 yılının kazananları geçmişte olduğu gibi tekelci sermaye ve iktidar çevresi oldu. Akademisyen Özgür Müftüoğlu, sonucun örgütlü mücadeleye bağlı olduğunu, aksi taktirde gidişatın “barbarlığa" kadar gideceğini söyledi.  
 
İç ve dış borç, yüksek enflasyon, düşük alım gücü, işsizlik, yoksulluk, açlık gibi gündemlerin birbirini takip ettiği 2022 yılı, pandemi sonrası bir felaket olarak kayıtlara geçti. İktidarın antidemokratik, ırkçı ve milliyetçi politikaları, iktisadi krizi daha da derinleştirdi. Türkiye’nin kaynakları savaş, çatışma, kışkırtma politikalarına heba edildiği bizzat iktidar yöneticileri tarafından itiraf edildi. Bu yılın kazananlarının da tekelci sermaye grupları ile iktidar çevresi olduğunu belirten akademisyen Özgür Müftüoğlu, gidişatın durdurulmaması halinde sürecin “barbarlığa" kadar evrileceğini söyledi. 2022 yılının sosyo-ekonomik panoramasını Marmara Üniversitesi'nden KHK'li akademisyen Müftüoğlu ile konuştuk. 
 
Ekonomide 2022 yılının özetini konuşacağız ancak öncelikle önceki yılların devrettiği bakiyeye bakmak gerekiyor diye düşünüyorum. Hangi gündemler, konular, sorunlar bu yıla devredildi? 
 
AKP ilk iktidara geldiği 2002 yılında Kemal Derviş’in altyapısını hazırladığı neoliberal yapısal uyum programını uygulamaya koydu. AKP bunu hayata geçirecek bir iktidar olarak geldi. Sistem için bunu uygulamaya koyması gerekiyordu ve gereğini yerine getirdi. Kimi zaman da Avrupa Birliğinin rüzgarını arkasına aldı. Sonuç olarak, büyük ölçüde çalışma yasalarını esnekleştirecek, emekçileri güvencesizleştirecek, sosyal güvenlik sistemini tasfiye edecek ve yasalaştıracak düzenlemeyi getirdi. Bunlar büyük ölçüde çalışanların var olan haklarını ortadan kaldıran düzenlemelerdi. Daha çok piyasacı ekonomi politikalarını uyguladı ve bu dönemde ulusal sermaye de uluslararası sermaye de durumdan gayet memnundu.  
 
Bu durum ne zaman ve neden bozulmaya başladı? 
 
 
Suriye içerisinde yürüyen savaşı körükleyerek, kendisini var etmeye çalıştı. Hem dikkati başka bir tarafa çekmiş oluyordu hem de uluslararası alanda da zayıflayan ekonomik ve sosyal politikaları telafi etmeye çalışıyordu.
 
2011 seçimlerinden itibaren koşullar yavaş yavaş uluslararası konjonktürde de iç politikada da değişmeye başladı. Çalışma yaşamı, sosyal haklar ve sağlığa ilişkin olumsuz yönler, tahribat ortaya çıkmaya başladıkça değişim başladı. AKP, iktidarını yeni Osmanlıcılık gibi söylemlerle beraber daha çok güney sınırları ötesine bir takım operasyonlar yaparak ve dış politikayla oynayarak sürdürmeye çalıştı. Özellikle Suriye içerisinde yürüyen savaşı körükleyerek, kendisini var etmeye çalıştı. Dolayısıyla hem dikkati başka bir tarafa çekmiş oluyordu hem de uluslararası alanda da zayıflayan ekonomik ve sosyal politikaları telafi etmeye çalışıyordu. Böyle bir politika izledi. Ama esas bütün bunların çöktüğü, bir işe yaramadığı ve sosyal sonuçları itibariyle artık AKP’nin iktidarının sonuna gelindiği 7 Haziran 2015 seçimleriyle oldu.  
 
Halk desteğini yitirdi ve çatışmacı bir siyaset izlenmeye başlandı…
 
Toplumsal desteği kaybeden ve tek başına iktidar olamayan AKP, daha çok halkı kutuplaştırarak çatışmacı politikaları daha öne çıkartarak bu süreci sürdürmeye çalıştı. 15 Temmuz’dan sonra da zaten yeni bir rejim inşa etti. Tek kişinin her şeyi bildiği, her söylediğinin geçerli olduğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildi. Yasama ve yürütme erklerinin tamamen tek kişide bütünleştiği bir sistem. Birbiriyle paralel şekilde yürüyen siyaset ve ekonomideki gelişmeleri daha net olarak görmeye başladık. Bu süreçten itibaren daha da sertleşen, halkın en ufak ekonomik, sosyal taleplerini dahi şiddetli bir şekilde bastıran, grevleri yasaklayan, her türlü hak arama mücadelesini baskılayan hakim anlayışı ekonomide de gördük. Yani daha önce siyasi alanda çokça karşı karşıya geldiğimiz o baskıcı pozisyon, artık ekonomi alanında da karşımıza çıkmaya başladı. 
 
Yol bitince eski yöntemlere dönüş mü yapıldı?  
 
 
İktidar, ideolojik zayıflığını içerdeki halkları birbirine düşmanlaştırarak ayakta durmaya çalışıyor. Bu yöntemle hem sınıf hareketini manipüle ediyor hem de bütün çelişkiler üzerine milliyetçi bir anlayış hakim olmaya başladı. 
 
Çünkü ideolojik araçlar halkın nezdinde inanılırlığını önemli ölçüde kaybetmişti. O zaman da daha baskıcı yollarla bu süreci sürdürmeye çalıştı. Aslında daha önce de tekrarını yaşadığımız, 90’lı yılların başında da benzer bir süreç yaşandı. Ekonomide işler kötüye gidiyorsa veya siz iç politikada zayıflıyorsanız -ki zaten ekonomi bunun için temel meselelerdir- o zaman çok bilindik çatışmacı siyasette dönülür. Bizim devletin yüz yıllık geleneği haline gelmiş, son 30-40 yılda çok daha güçlü bir şekilde kullanılan bu yöntem tekrarlanıyor. İktidar, ideolojik zayıflığını içerdeki halkları birbirine düşmanlaştırarak ayakta durmaya çalışıyor. Bu yöntemle hem sınıf hareketini manipüle ediyor ve engelliyor hem de bütün çelişkiler üzerine milliyetçi, ırkçı bir anlayış hâkim olmaya başladı. Bunun bir tekrarını 7 Haziran’dan hemen sonra 15 Temmuz’da hep birlikte yaşadık. Tek adam iktidarı karşısında gerçek anlamda bir muhalefet olmadı. Arkasına halk desteğini alan ve AKP’nin çöküntüsünü, kırıntılarını temizleyecek, onun yerine yeni bir politika uygulayacak, çözüm önerileri ortaya koyacak bir muhalefet maalesef oluşmadı.  
 
Muhalefet neden oluşmadı veya başaramadı?  
 
Çünkü muhalefet de büyük ölçüde halkın temel sorunlarını çözmekten ziyade AKP’nin tam da belirlemiş olduğu siyasetin tuzağına düştü. AKP’nin çatışmacı ve kutuplaştırıcı siyaseti, siyasetin bir parçası haline geldi. Dolayısıyla muhalefet -Millet İttifakı- de büyük ölçüde- HDP dışındaki muhalefeti söylüyorum- halkın temel sorunlarından kopmuş oldu. Bu aynı zamanda AKP büyük bir avantaj sağladı. İktidar neredeyse tek kale maç yapacak noktaya geldi. Zaten salgın öncesinde 2019’da tüm ekonomik dengeler ciddi anlamda bozulmaya başlamıştı. 
 
Pandemi koşullarından bahsediyorsunuz galiba? 
 
Pandemi bunu daha da öteye götürdü. AKP pandemi krizini çıkarları için bir fırsat olarak değerlendirdi. Bu süreçte toplumun geniş kesimlerinin durumu kötüye giderken küçük bir azınlık sermayesine sermaye kattı, parasına para kattı; ama sonuçları ağır ağır da olsa ortaya çıkmaya başlıyordu. Enflasyonda artış eğilimi, 2021 yılının başlarından itibaren gözüküyordu. Ekonomi yönetimi bu süreçte bir sınıfın çıkarlarını bilinçli bir şekilde koruyan politikalarla ilerliyordu. Ana akım iktisatçılar dahi ‘Ya böyle bir pozisyonda enflasyon yüksekken faizin de artması lazım’ derken aksine faizleri düşürme yoluna gitti. Yani ana akım iktisatçıların, ekonomistlerin beklentilerinin dışında bir politika izledi. Halkın geniş kesimi pek ilgilendirmiyordu belki ama o sırada onların paralarının nereye yatıracağı politikası yapılıyordu. Faizlerin düşük olması paranın dövize kaymasına neden oldu ve bu da büyük bir devalüasyona yol açtı. İki üç ay içerisinde yüzde yüzlere varan bir devalüasyon gerçekleşmiş oldu. Dolar 8 buçuk lirayken nerdeyse 18 liraya dayandı. 10 liralık devalüasyon iki üç ay içerisinde gerçekleşti. Enerjide zaten dışa bağımlı olan ülke gıda dahil en temel ihtiyaçlarında da dışa bağımlı hale geldi. Ekonomi anlayışı burada patladı.  
 
Rakamlar bir anda uçtu…  
 
 
Enflasyonun çok hızlı yükselmesi beraberinde bütün ekonomik dengeleri bozdu. Çünkü bir taraftan da dış borcu çok yüksek olan bir ülkeyiz. köprüler, barajlar, havaalanları gibi taahhütlü, hazine garantili borçların hepsi ekonominin üzerine yük bindi. 
 
Çünkü devalüasyonun artmasıyla beraber fiyatlar da artmaya başladı ve enflasyon da büyük bir hızla yükselmeye başladı. TÜİK’in güvenirliği olmayan rakamları dahi bunu gösteriyor. Enflasyon Ekim 2021’de 2.39 iken, Aralık ayında 13.58’e çıkmış. Son 30 yılın en yüksek enflasyon oranı birden bire büyük bir patlama oldu. Bunu herkes çok iyi bilir. TÜİK bir rakam açıklar, ama sonuçta biz markete, pazara gittiğimiz zaman gerçek fiyat artışlarını görüyoruz. Bir ay içinde fiyatlar inanılmaz bir şekilde katlandığını gördük. Enflasyonun çok hızlı yükselmesi beraberinde bütün ekonomik dengeleri bozdu. Çünkü bir taraftan da dış borcu çok yüksek olan bir ülkeyiz. Bir yandan da köprüler, barajlar, havaalanları gibi taahhütlü, hazine garantili borçlar var. Şimdi bütün bunların hepsi katlandı ve çok ciddi bir şekilde ekonominin üzerine yük bindi. Şimdi bu işin bir tarafı. Yani ekonomideki bir taraf bozuldu. Bu enflasyonun 2022’de devam edeceği çok açıktı netti. Dolayısıyla biz 2021’den 2022’ye girerken bu yüklerle girdik. Burada bu kadar büyük bir enflasyonu, Türk parasının değer kaybetmesi, bütün ekonomik dengelerin toparlanmasının mümkün olmadığı gibi bunların daha da derinleşmesi çok açık. Siyasi iktidar da bunun aksine inatla aynı politikaları uygulamaya devam etti.   
 
 Özetle 2002’ye yüklü miktarda borç, yüksek enflasyon, işsizlik ve yoksullukla girdik. 
 
Tabii bunun sosyal yönü de var. Ekonomide bir tahribat var, çöküş var. Bunun aynı zamanda sosyal yönü de kaçınılmaz olarak ortaya çıkıyor. Ücretler enflasyon karşısında eriyor, insanların satın alma gücü düşüyor, esnafın, tüccarın işi planladıkları gibi gitmiyor ve birçok işyeri batıyordu. Zaten pandemiden ağır bir tahribatla çıkmışlardı, bunun üzerine bir de bu bindi. Sermayenin içinde de bir kesim bundan olumsuz yönde etkilendi. Büyük ölçüde sınıflar arasında bir dengesizlik oluştu ama sermaye sınıfının kendi içerisinde de büyük bir dengesizlik, eşitsizlik görünmeye başladı. Emekçiler yönünden devam edersek, ücretler geriledi. Bu süreç nasıl olacak, ne yapılacak, bu durum nasıl duracak derken kur korumalı mevduat çıkardılar. Kur korumalı mevduat dediğimiz; parası olan yatırım yapacak, yatırımda bulunanın da Türk parası döviz karşısında korunacak. Nasıl korunacak? Devlet vasıtasıyla korunacak. Ne demektir bu? Döviz arttığı zaman sizin dövizden Türk lirasına çevirdiğiniz paralar burada devlet güvencesinde olacak. Döviz artsa bile sizin aradaki açık halkın ödediği vergilerden karşılanacak. Bu ne demektir? Bunu o zaman da konuşuyorduk şimdi sonuçları ortaya çıktı. Kamu bütçesi üzerine çok büyük bir yük demektir. Bu yük bindi. Yani böylesine bir krizde halkı koruyacağınıza halkın geniş kesimlerine fatura edildi.  
 
 
Enflasyonun en yüksek arttığı ülke Türkiye oldu. Enerji, gıda ve konut kiralarında büyük artışlar Türkiye’de gerçekleşti. Bunlar karşısında emekçilerin durumu ya da sabit gelirlilerin durumunda büyük bir erime oldu. 
 
Uluslararası rakamlarda da, Dünya Bankasının rakamlarında da yansımaları gözüküyor. Türkiye’de çok büyük bir açlık sorunu ortaya çıktı. Yani yeterli beslenememe, gıdaya ulaşamama ortaya çıktı. Dünya Bankasının bir verisinde, Türkiye gıda enflasyonundan en çok etkilenen 3-4 ülke arasında yer alıyor. OECD ülkeleri arasında enflasyonun en yüksek arttığı ülke Türkiye oldu. Enerji fiyatlarında, gıda fiyatlarında, konut kiralarında büyük artışlar Türkiye’de gerçekleşti. Bunlar karşısında emekçilerin durumu ya da sabit gelirlilerin durumunda büyük bir erime oldu. 2021 Haziran’ında Asgari Ücret Komisyonu yine bugünlerde olduğu gibi toplanıyordu ve sonra da yüzde 50 civarında bir artış yapıldı. Türk-İş’in bile öngördüğü ya da teklif ettiğinin üzerinde bir artış cumhurbaşkanının şovuyla verildi. Ama çok belliydi ki enflasyon önümüzdeki süreçte devam edecekti. Kaldı ki o verilen bile geçen 5-6 aylık fiyat artışlarını telafi etmiyordu. Yani reel olarak geriliyordu. Bir de önümüzdeki dönem 2022 ile gelecek enflasyonla beraber bunun kuşa çevrileceği belliydi. Zaten Türk-İş’in hazırladığı açlık/yoksulluk sınırlarının bir tek ocak ayında o enflasyonun seviyesinin civarında, ama ondan sonra sürekli açlık sınırının daha altında kaldı asgari ücret. Şunu da belirtelim; Türk-İş o rakamları belirlerken güvenirliği olmayan TÜİK’in verilerine bakıyor. Buna rağmen 2022 yılında asgari ücret hiçbir zaman açlık sınırının ocak ayındaki seviyeye gelemedi. Bunun için Temmuz ayında ara bir artış yapıldı. Ama bu da o açlık sınırına ulaşmaya yetmedi. Değer olarak aslında 2022 yılında emekçilerin büyük bir kayıp içerisinde olduklarını görüyoruz. 
 
Ortalama kiralar da asgari ücretin üstünde. 
 
Bugün emekçilerin en yoğun olduğu yerlerden İstanbul’da Ekim ayı için yapılan bir çalışmada ortalama kiralar 10 bin liranın üzerinde. 5 bin 500 lira asgari ücretin olduğu zamanlar ortalama kiranın 10 bin lira olduğu bir kentte o insanlar nasıl yaşayacaklar? Ulaşım keza en yüksek artışlardan biriydi. Yine emekçilerin en temel harcamalarının başında geliyor. Dolayısıyla burada büyük bir yoksullaşma karşımıza çıktı. Bunu zaten verilerden görüyoruz. Yine OECD ülkelerinde çalışan yoksulluğunda Türkiye 1’inci sırada. Yani insanlar günde ortalama 10-12 saat çalışıyorlar, hayatlarını ortaya koyuyorlar, iş cinayetleriyle, meslek hastalıklarıyla karşı karşıya emeklerini ortaya koyuyorlar, ama karşılığında sofralarına iki dilim ekmek bile getiremiyorlar. Yani açlıkla karşı karşıya kalınan bir durum hasıl oldu. Bunun ötesinde burada gene bir iş bulabilmek bile bir ayrıcalık haline dönüştü. TÜİK’in gerçeklikten uzak verilerine göre, işsizlik düşüyor gibi gözükse de aslında yükseliyor. Böyle bir tablo var. 
 
Kurulan yeni rejimin ekonomi ayağını biraz daha açalım. Maliye ve Hazine Bakanlığı dikiş tutturamıyor, Merkez Bankası’na başkan dayanmıyor. Tarifini yaptığınız tabloda mızrak çuvala sığmıyor mu? 
 
Şimdi aslında Türkiye’ye demokrasinin asgari ilkelerinin işlediği bir ülke olsa, liberal demokrasinin asgari ölçüde işlediği bir ülke olsa mevcut politikalarla değil 20 yıl, en fazla 4-5 yıl yani 1-2 dönem bir parti iktidarda kalır. AKP’nin uyguladığı politikalar sadece Türkiye’de uygulanmadı. Yunanistan’da da uygulandı, diğer ülkelerde de uygulandı. Ne oldu oralarda? Buralarda iktidarlar değişti. Tek başına bir iktidar bunu kaldıramaz zaten. Ama siz otokratik bir rejim kurduğunuz zaman ana gövde değişmiyor, bakan değiştirerek ya da merkez bankası bürokratlarını değiştirerek vaziyeti koruyabilen, ama tek adamın her zaman varlığını sürdürdüğü bir rejim oluşturuldu. Yani normal şartlarda buralarda bakanların değil, böyle bir tahribat karşısında tüm siyasi iktidarın değişmesi, hatta o siyasi iktidarın başında bulunanların siyaset sahnesinden sonsuza kadar gitmeleri gerekirdi. Bence AKP’nin 20 yıllık iktidarlığının formülü de burada. Çünkü bir şekilde otoriterliği kullanarak, kimi zaman dini kullanarak, kimi zaman hakim düzeni sözde eleştiriyormuş gibi yaparak… Ama birçok dengeyi bir arada oluşturarak ve karşısında da hiçbir gerçek anlamda güçlü bir ana muhalefetin oluşmamasının da avantajıyla yürütülen bir rejim var. AKP, 15 Temmuz ve OHAL dönemindeki politikaları da bunu gösteriyor. Küresel ekonomik kriz de var. Bu küresel kriz karşısında mevcut neoliberal politikaların, 80’lerden bu tarafa gelen politikaların büyük ölçüde başarısız olduğu tüm ülkelerde gözüküyor. Ve bu ülkeler giderek otoriterleşmeye gitti. Bizim en demokrat dediğimiz ülkelerde dahi yabancı düşmanlığı yaşanıyor.  
 
 Faşist, ırkçı yapılar da yükseliyor... 
 
 
Erdoğan'ın süreci iyi yönetiyor ve kendi durumu açısından bir takım manevralar yapıyor. Otoriter rejim kurarak süreci yönetebiliyor. Muhalefet de aynı şeyi tekrar ediyor duruyor, aslında AKP politikalarının devamı. 
 
Evet, buralarda da daha otoriter, hatta faşist partilerin yükseldiğini görüyoruz. Irkçılığın yükseldiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu durum Türkiye’ye has bir durum değil. Fakat burada Erdoğan’ın yaptığı, süreci iyi yönetiyor, kendi durumu açısından da bir takım manevralar yapıyor. Bakan değişiklikleri vs. ama kendi varlığını orada sürdürmeye devam ediyor. Uluslararası sermayeyle küresel güçlerle çatışarak olmaz. Onların da işine gelecek politikalar uyguluyor aynı zamanda. Siz bu sürece baktığınız zaman başka nasıl götüreceksiniz? Hemen hemen bütün ülkelerde enflasyon yükseldi, Türkiye kadar değilse de enflasyon yükseliyor, işsizlik de ortaya çıkıyor. İşte pandemiye karşı büyük bir başarısızlık, sosyal başarısızlık da ortada. Türkiye’de bu otoriter rejimi kurarak bu sayede bu süreci yürütebiliyor. Buna karşı demokratik bir çözüm de olmadı. CHP’nin, İYİ Parti’nin çıkıp ‘Senin politikaların şunlar şunlardır. Benim çözüm önerilerim bunlardır. Toplumun çıkarlarını daha öne alan, toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını öne alan başka bir politikam var’ demediler. Aynı şeyi tekrar edip duruyorlar. Aslında AKP politikalarının devamı.   
 
 AKP sanki uluslararası güçlerle çatışıyormuş görüntüsünü, algısını da iyi yürütüyor. Bir yandan çatışmacı dil kullanırken diğer yandan da Türkiye’nin jeopolitik konumunun getirmiş olduğu avantajları kullanıyor olmasını politik bir başarıymış gibi sunuyor. Rusya-Ukrayna savaşında olduğu gibi. Bu durum AKP’nin ömrünü ne kadar uzatabilir?  
 
Bu noktada AKP inanılmaz manevralar yapabilen bir iktidar. Yani işte Mısır’la kavga edip ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi barışabilen, İsrail’le kavga edip hiçbir şey olmamış gibi devam edebilen son derece esnek, omurgasız bir dış politika izliyor. Bu manevralarla Türkiye’nin dediğiniz gibi jeopolitik konumunu ekonomik zenginlikleri vs. çok rahatlıkla burada çeşitli çevrelere açabiliyor. Arap sermayesine, Katar sermayesine çok büyük varlık satışları var mesela. Burada önemli olan şu; siz bu kadar omurgasız esnek politikayı nasıl yapabiliyorsunuz, nasıl bu kadar esnek olabiliyorsunuz? Çünkü içerde 85 milyonluk bir topluluk var. İnsanları nasıl ikna ediyorsunuz, mesele burada? Bunları demokratik yolla, ikna ve katılımcı bir yolla mı yürütüyorsunuz yoksa tepelerine vurarak, kafasını kaldıranı terörist ilan ederek mi yapıyorsun? Mesele burada. Dolayısıyla 30-40 yıl sonra dönüp bakıldığı zaman belki bu dönem siyaset bilimi açısından yapılamaz denilen şeyin yapılabildiğini gösteriyor.   
 
AKP’nin omurgasızlığı güç dengeleri arasında daha ne kadar sürdürülebilir?   
 
Şimdi ne kadar yürütür meselesi aslında kapitalizmin kendi içsel yapısı içerisinde bir yere kadar gelir, kendi mezar kazıcısıdır. Kendi kendini yok eder falan ama karşısında olan toplum, buna olanak verdikleri sürece bence devam eder. 19. Yüzyıl'dan bu tarafa insan hakları bakımından yaşanan bir takım gelişmeler tek başına olmuş gelişmeler midir? Kapitalizmin kendi şeyi midir? Bunları sonuç olarak hayata geçiren bir mücadeledir. Burada hem sınıf mücadelesi hem ezilen halkların mücadelesidir. Şimdi bunlar olmasa nasıl bir takım şeyler elde edilebilirdi? Bugün kaybetmekte olduğumuz ve kaybetme endişesi duyduğumuz bir takım haklar nasıl elde edilebilirdi? Dolayısıyla mesele toplumsal mücadeleler tarihidir. Mücadeleler belirleyecektir, sınıflar arası mücadeleler, halkların mücadeleleri belirleyecektir. Buna bağlıdır. Bu yüzden sınıf mücadelesi ya da ezilen halklar mücadelesi önemli ve belirleyicidir. Çünkü onları yok saydığın zaman barbarlığa kadar gider. Karşısına hiçbir engel koymazsanız gider, çünkü kapitalizm böyle bir sistem. Sürekli olarak büyüyüp diğerini tüketen, sürekli olarak onu etkisiz hale getirmeye çalışan bir süreç. Siyasi iktidarın yarattığı tahribata karşı, sistemin yarattığı tahribata karşı toplum nasıl bir tepki veriyor, buna karşı nasıl bir mücadele yürütecektir, bu kısmın önemli olduğunu düşünüyorum.  
 
Sokaklarda kısmen yükselen mücadeleye de tanıklık ettik. Demokrasi güçleri, kadınlar ve taşımacılık sektöründeki grevler heyecan yarattı.  
 
Evet, bu çerçeveden 2022’yi değerlendirelim; Büyük bir çöküntü var. Enflasyonun yüzde 100’leri aştığı, yüzde 200-300’lere geldiği bir süreç. Geçen sene bu zamanlarda baktığımız zaman yüzde 13.5-14 bir aylık enflasyon oranı vardı. Daha önceki zamanlarda bir yılda olan enflasyon oranıydı. Dolayısıyla fiyat artışları vardı. Ücretler de bunu karşısında eriyordu. Şimdi normal şartlarda yoksul yaşayan halk kesimleri buna karşı tepki verirler. Ne oldu hatırlayalım; 2022’nin hemen başında halkın sokağa çıkması, grevler yapması, direnişler yapması, yani siyasi iktidarın ekonomi politikalarına karşı bu yoksullaştırma politikalarına karşı ses çıkarmaları söz konusuydu. Ne oldu Cumhurbaşkanı bir konuşma yaptı hatırlarsanız. Dedi ki ‘Sokağa döküleceklermiş, dökülürseniz dökülün. 15 Temmuz’da sokağa dökülenler, bu millet nasıl dersini verdiyse yine verir. Yine de önlemini alırız.’ Bunun karşısında ne beklersiniz? Bir tehditte bulundu. Bir gözdağı verdi ve bunun karşısında ana muhalefet partisi Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu dedi ki, ‘Bizim kitabımızda sokağa çıkmak yok, sandıkta gereğini yaparız.’ Yani ana muhalefet kendisi yok etti. Muhalefet partilerin başındakiler yok etti. 
 
 
 Erdoğan'ın tehditleri sonrası muhalefet kendisini yok etti. Hem örgütsüzlük hem sendikal alanın kendi içindeki temel yapısal sorunları ve muhalefetin bu konudaki yaklaşımlar nedeniyle tepkiler geri kaldı. 
 
İkincisi geçen sene bu zamanlar metal sözleşmeleri vardı. Metal sektörü işçilerin en örgütlü oldukları, üretimden gelen gücün en etkili olduğu, iş durdurdukları zaman işverene büyük zararlar verebilecekleri, dolayısıyla grev olanağının en yüksek olduğu, direniş olanağının en yüksek olduğu sektördür. 130 bin işçiyi ilgilendiren bir toplu sözleşme vardı. Toplu bir mücadele alanı oluşabilir diye düşünüyorduk. Ne yaptılar? Hem Türk-Metal hem Birleşik-Metal hem Çelik-İş sendikaları oturdular, 12 Ocak'ta sözleşme imzaladılar. Bu imzaladıkları sözleşme aynen asgari ücret gibiydi. Zaten geçmişteki kayıpları ancak telafi eden belki onu bile telafi etmeyen ve ileriye dönük bütün enflasyon öngörülerine rağmen son derece düşük, göstermelik bir sözleşmeydi. Bunun altına imza attılar. Ama yine aynı zamanda başka bir şey daha oldu, bir anda beklemediğimiz bir süreçte. Daha önce örgütlü olmayan daha önce örgütlü bir mücadele göstermemiş yürütmemiş bir takım alanlarda, daha çok hizmet sektöründe bulunan alanlarda özellikle pandemiyle beraber çalışan sayısının arttığı, -sömürünün çok derinleştiği alanlarda- özellikle kargo, kurye işçileri, yurtiçi kargo, yemek sepeti, trendyol gibi yerlerden arka arkaya direnişler gelmeye başladı. Bu direnişleri örgütleyenler de öyle koca koca plazalarda başkanlarının son model arabalara bindiği sendikalarda değil, işçilerin kendi içinde oluşturduğu örgütlenmelerle, işçilerin kendi yürüttükleri mücadelelerdi. Arkasında tekstilde bazı alanlarda yaşandı. BBC’deki arkadaşlar eylemler yaptılar. Ondan sonra sağlıkta TTB, SES gibi sağlık emekçileri birtakım grevler yaptılar. Birtakım direnişler 2020’nin başından itibaren birtakım tepkiler oluşmaya başladı. Ama maalesef hem örgütsüzlük hem sendikal alanın kendi içindeki temel yapısal sorunları ve muhalefetin bu konudaki yaklaşımları nedeniyle geri kaldı.   
 
Ekonomideki sorunları siyasal, sosyal gelişmelerden bağımsız ele alamayız. Bu bağlamıyla Kürt sorunu, demokrasi, özgürlükler, adalet, eşitlik sorunu çözülmedikçe işin içinden çıkılabilir mi?  
 
Türkiye’de hiçbir zaman demokrasi tüm kurum ve kurallarıyla oturmadı. Ama özellikle son süreçte baktığınız zaman basın üzerindeki yoğun baskılar, akademi üzerindeki baskılar yani halkın gerçekleri öğreneceği alanlar engellenmektedir. Öbür taraftan sendikalar üzerinde yoğun baskılar var. Bugün Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun küresel hak endeksinde 7 yıldır Türkiye çalışmanın en kötü olduğu 10 ülkeden biri. Yani hak ihlallerinin en yüksek olduğu 10 ülkeden bir tanesi. Öbür taraftan Türkiye demokrasi endeksinde 103’üncü sırada. Hukuk açısından baktığınız zaman yasama yürütme yargı hepsi tek adamda toplanmış durumda. Yani demokrasinin hiçbir mekanizması işlemiyor. Dolayısıyla hiçbir demokratik kurum veya kural bu çerçeve içerisinde söz konusu değil. Tam bir otoriter-totaliter rejimle karşı karşıya bulunuyoruz. Dolayısıyla aslında buradaki mücadele, biz burada bugün ekonomiyi konuşuyoruz, ekonomideki eşitsizlikleri dengesizlikleri yoksullaştıran politikaları konuşuyoruz ama başka bir şeyi de konuşsak çok fark etmiyor. Çünkü hepsinin bağlandığı yer aynı, ülkede bir demokrasi yoksa işçi işverene karşı nasıl söz hakkı elde edecek? Kendini ifade edemeyen bir işçi, örgütlenemeyen bir işçi, hakkını arayamayan en ufak bir hak arama mücadelesinde, suyun, toprağın, inancın, kimliğinin korunması, bütün bunlar karşısında en ufak bir insani talebini dahi yerine getirmekten uzak kalmış birisinin çalışmadan kaynaklanan emeğinin hakkını alması da mümkün değildir. 
 
 
Sadece ekonomik bir mücadele yürütmek mümkün değil. Bu mücadelenin mutlaka bir siyasi mücadelenin içinde yürümesi gerekiyor. Ortaklaşarak yürütmek gerekiyor.
 
Bu çerçevede baktığımız zaman işçileri, emekçileri örgütsüzleştirerek bu sürece razı etmenin temel mekanizmalarından bir tanesi, demokrasinin temelden ortadan kalkmış olması. Durum buyken, burada bir mücadelenin de sınıf mücadelesi şeklinde yürümesi çok mümkün değil. Yani sadece ekonomik bir mücadele yürütmek mümkün değil. Bu mücadelenin mutlaka bir siyasi mücadelenin içinde yürümesi gerekiyor. Ortaklaşarak yürütmek gerekiyor. Kürtler, Suriyeli göçmenler, kadınlar, Aleviler, gençler, LGBTİ bireyler diyerek onları birbirine düşürerek ve bunlar üzerinden de kendisini var eden bir mekanizma, bir sistem var. Dolayısıyla bir bütün olarak demokrasiyi ele almanız lazım. Ancak bu şekilde 20 yıldır varlığını çeşitli manevralarla sürdürme becerisini göstermiş olan, ama bununla beraber otoriter yapı içerisinde büyük bir demokratik, ekonomik, sosyal tahribat yaratan siyasi iktidardan ancak o şekilde kurtulabilinir. Dolayısıyla burada mücadelenin demokrasi mücadelesi şeklinde yürütülmesi gerekir.   
 
Halklar ağır bir fatura ödüyor. Bunun kaynağında süren bir savaş olduğu da bizzat iktidar tarafından itiraf edildi. AKP Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli, Meclis kürsüsünden örneklerle bunu verdi. Türkiye halkları bu savaştan nasıl etkileniyor? 
 
Aslında Canikli’nin söylediğini biz eskiden beri deşifre ediyoruz. Siyasi iktidarlar, insanların sosyal temel ihtiyaçları için, sağlık için, eğitim için yapmadıkları harcamaları gidip anlamsız bir savaş politikası üzerinden silahlanma için harcıyorlar. Barış varken, refah içerisinde yaşayabilecek bir toplum olabilecekken, inatla savaşı, çatışmayı esas alan ve bunun da mali yükünü toplumun sırtına yıkan bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. 2022 bütçesi içinde aynı şeyi söyledik, şimdi 2023 bütçesi de böyle. Onun rakamlarına da baktığımız zaman, savaş bütçesine karşı çıkan HDP’li milletvekilleri dışında kimse yok. Tam tersine bunu daha da destekleyen bir anlayış hakim. Güvenlik meselesi olduğu zaman bütün muhalefet susuyor. Şimdi güvenlikçi politikalarla bir ülkenin bir yere gitmediği, giderek yoksullaştığı ortada. Bu sadece Türkiye’de yaşanmış bir durum değil. Dünyada bunun bir sürü örneği var. 
 
 
Sadece diktatörler savaş politikalarıyla kendisini yürütür. Siz bir toplumu milliyetçilik ve ırkçılık hezeyanlarından kurtarırsanız, kendi haklı çıkarını düşünecek bir düşünceyi getirirseniz o zaman bunlar sorgulanmaya başlar. 
 
Savaş politikalarıyla kendisini yürütenler sadece diktatörlerdir. Demokratik bir toplumda, halkın söz söyleyebildiği bir toplumda insanlar, "Uçak parası mı, bomba parası mı, karnını doyurmak mı?" dediğiniz zaman karnını doyurmayı seçer. Dolayısıyla toplumun iktidarı da sırtını topluma dayamış olan siyasi iktidar da bunu tercih eder. Eğer bunun aksi oluyorsa o zaman siz topluma tamamen karşıt bir taraftasınız. Bakın baştan beri sayıyoruz; açlıkla, yoksullukla nasıl karşı karşıya bu ülke? İnsanlar karnını doyuramıyor, beslenme ihtiyacını karşılayamıyor. Bugün her gün okulda açlıktan bayılan öğrenci haberleriyle karşılaşıyoruz. Açlıktan ölen çocuk haberleriyle karşılaşıyoruz. Böyle bir ortamda siz milyarlarca lirayı hatta doları savaş sanayine yatırıyorsunuz. O zaman bakmak gerekiyor buradan kim çıkar sağlıyor? Kim bu silah sanayi? Kim bu silah sektörü? Buradan kimler nemalanıyorlar? Kimler buradan zenginleşiyorlar? Bunun hem ticaretinden hem üretiminden birileri faydalanıyor, bunlara bakmak lazım. Dolayısıyla aslında burada çok küçük bir azınlık için büyük bir tezgahın olduğunu görüyoruz. Her zaman böyledir savaş politikaları, hiç değişmez. 
 
Dolayısıyla burada sorun şudur, eğer siz bir toplumu milliyetçilik, ırkçılık hezeyanlarından kurtarırsanız daha aklı başında daha aklıselim kendi haklı çıkarını düşünecek bir düşünceyi getirirseniz, o zaman bunlar sorgulanmaya başlar. Bugün 2023 bütçesinde 469 milyar sırf silahlanma için ayrılmış. Bir de bunun örtülü ödeneği var. Onunla birlikte 500 milyar TL’yi rahat rahat geçiyor. Zaten bütçeye baktığınız zaman tercihler ortada. Sağlığa ayrılan kaynak, eğitime ayrılan kaynak ki, burada sağlığa ayrılan kaynağın da ne kadarı şehir hastanelerinin ihalelerine verildiği, ne kadarı ilaç tüccarlarına aktarıldığını görüyoruz. Enflasyon yükseliyor, temel gıda maddelerinde durdurulamaz bir fiyat artışı var. Bir zamanlar Türkiye kendine yeten bir ülkeydi, ‘tarım ülkesi’ diyorduk. Şimdi baktığınız zaman bütçenin ne kadarı tarıma ayrılıyor? Küçük üreticiye aktarılacak kaynak güvenlik harcamalarının 10’da 1’i kadar. Açlığa sürüklenmiş bir toplumda silah harcamasının 10’da 1’i kadar bir kaynak halka ayrılmamış. 
 
Özellikle 2015’ten bu yana süren bir durumdan bahsediyoruz… 
 
Ayrılan kaynağın büyük bir kısmı büyük tekellere gidiyor. Borçlar inanılmaz, faiz harcamaları 566 milyar gözüküyor. Bu ülkenin kaynaklarının çok büyük bir kısmı faize gidiyor. Faiz de büyük savaş politikalarının sonucu. Yani bu tam bir savaş politikası. Ukrayna-Rusya savaşı var ama Türkiye’nin durumu Ukrayna’dan çok daha kötü. Savaş içerisinde olan bir ülkeden çok daha kötü bir durumdayız. Çünkü biz üstü örtük bir savaşın yıllardır içindeyiz. Onun getirdiği yoksullaşmayla karşı karşıyayız. Çünkü bütün mekanizmalar savaş ekonomisine göre kurulmuş. Türkiye ekonomisi net bir şekilde 2015’ten bu yana savaş ekonomisi şeklinde yürüyor. Öncesinde de güvenlikçi politikalar her zaman vardı. Çözüm süreci varken de masanın başındayken de savunma silah harcamaları yine çok yüksekti. Silah sanayi sürekli teşvik ediliyor. Dolayısıyla böyle bir tabloyla karşı karşıyayız.   
  
Bütün makro ekonomik politikalar ve küresel veriler kötü gidişatın devam edeceği yönünde öngörülere sahip. Ancak Erdoğan ve Maliye ve Hazine Bakanı Nurettin Nebati’nin iddiası 2023’te düze çıkılacağı yönünde. Gerçekte bizi ne bekliyor?  
 
Daha iyiye gitmesi için yapılan herhangi bir şey yok. Bir neden, bir koşul yok. Fiyat artışlarının hızı azalıyormuş gibi gözükecek ama sonuç olarak baktığımız zaman bizim market ve pazarlardaki fiyatlar artmaya devam edecek ve dolayısıyla satın alma gücü azalmaya devam edecek. Yoksullaşma devam edecek, burada herhangi bir değişiklik olmayacak. Türkiye’de yapısal sorunlar giderek birikiyor. Bu da büyük ölçüde ekonomide dışa bağımlı hale gelmesi, yatırımların yetersiz olması gibi temel nedenlerle ekonominin bütün dengesini bozuyor. Büyük ölçüde borçla yürüyen bir ekonomi sistemi var. Bir de bunların yanında güven de büyük ölçüde sarsıldı. Yatırımcı da güvenmiyor, tüketici de işçi de güvenmiyor. Önümüzdeki sürecin iyiye gitmesini sağlayacak hiçbir şey yok. Sadece şu olabilir, seçime kadar ücretlerde artış yapılıyormuş gibi gösterilebilir. Ne kadar artırırsanız artırın, gerçek anlamda satın alma gücünü reel olarak yükseltmeyecektir. Bir göz boyama şeklinde ulaşacaktır. Ancak karşısındaki muhalefetin karşı bir alternatifi olmadığı için siyasi iktidar bundan büyük ölçüde yararlanır. Sonuç olarak seçimden sonra iktidara kim gelirse gelsin, hepimiz çok ağır bir yükle karşı karşıya kalacağız.   
 
Mevcut tabloda umut yok. O zaman çıkış nedir?   
 
 
Umut her zaman var. Emek ve Özgürlük İttifakı önemli bir umut. Mesele bir mücadeleyi yürütmek. Tek başına değil, örgütlü bir mücadele yürütmek lazım.
 
Bir kere önce şunu esas almak lazım; oturduğumuz yerden herhangi bir düzelme sağlamak mümkün değil. Mesele bir mücadeleyi yürütmek. Bu mücadele tek başına yürütülemez. Örgütlü bir mücadele yürütmek lazım. Bu çalışanlar için de böyle, ayrımcılığa uğrayan bütün kesimler için de böyle. Bir şekilde bizim bu sürece karşı bir direnç göstermek gerekiyor. Bu direncin bilinçli bir direnç olması lazım. Çünkü bunun olmadığı süreçleri biz daha önce Türkiye’de de dünyada da çeşitli örneklerle gördük. Belli bir bilinçle, karşımızdakini iyi tanıyarak ve tanımlayarak ortak bir mücadele yürütmemiz gerekiyor. Umut nerde dediğiniz zaman, umut burada var aslında. Mesela Emek ve Özgürlük İttifakı bence önemli bir umut. Ama biraz daha hızlı hareket etmesi gerekiyor çünkü zaman giderek daralıyor. Elbette umut her zaman var. Çünkü bugün Türkiye’de insanca yaşamak isteyen, haklarını savunmak isteyenler var ve bu kesim daha güçlü bir kesimdir. Tek meseleleri örgütsüz olmalarıdır.
 
MA / Sedat Yılmaz