ANKARA - Cezaevlerindeki baskılara karşı devam eden direnişi anlatan tutsak Sariye Taşkesen, "Mücadelemiz eşit ve özgür bir yaşam anlayışıyla halkların kendini bulduğu demokratik ulustur, hem fiziki hem de düşünsel özgürlüktür” dedi.
Cezaevleri, hukukun sopa olarak kullanıldığı ve demokrasinin hiçe sayıldığı Türkiye ve benzeri ülkelerde iktidar karşıtı muhalifler için büyük bir tehdit unsuru olarak kullanılıyor. İktidarlar, kişileri fiziki olarak hapsetmenin yanı sıra fikirleri, eylemleri ve mücadelelerini de hapsetmeye çalışıyor. Ancak bunun karşısında büyük duvarlar arasına büyük bir direniş de filizleniyor. Tarih boyunca tüm haksız ve hukuksuzluklara karşı duruşun örgütlendiği cezaevleri bugün de birçok eyleme öncülük ediyor. “Abdullah Öcalan’a özgürlük Kürt sorununa demokratik çözüm” kapsamında 27 Kasım’da açlık grevinin başladığı ardından da mahkemeleri boykot ederek aile ve telefon görüşlerine çıkmama eyleminin sürdüğü Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan Sariye Taşkesen’e cezaevi direnişinin tarihi ve bugününe dair sorular yönettik.
Kadınların her alanda erkek egemen zihniyete karşı mücadelesine tanıklık ediyoruz. Bu mücadele alanından bir tanesi de eril zihniyetin inşa ettiği cezaevleri. Cezaevleri aracılığıyla hedeflenen, yapılmak istenen nedir?
Zindanların oluşumundaki amaç bireyi toplumdan uzaklaştırarak yalnızlaştırma politikalarıyla sosyalitesini minimalize etmedir. Yani toplumsallığı dağıtıma tabi tutarak, bireyi sabitleştirmektir.
İnsan kendini tanımaya ve anlamaya başladığı andan itibaren kadının yaşamdaki varlığı erkeğe oranla hep ileri bir seviyede olmuştur. Doğayı daha iyi gözlemleyerek derinlemesine çözümlemesini yapan ve yaşama geçiren kadındır. Doğayla arasında oluşan bağın topluma aktarılması, ikisi arasındaki kopmaz bağ olması, kadını toplumsal dokunun merkezine taşıyarak ahlaki toplumun yaratıcısı kılmıştır. Uygarlığın gelişmesiyle birlikte kadının elinden çalınan öncü-yaratıcı olma vasıflarının bin yıllık geniş yelpazeli mücadelesinin sonucunda kadının en büyük yaratımlarından bir olan ahlaki topluma çirkinliği-kötülüğü ve ahlaksızlığı dayatmanın sonucu olarak eril zihniyet tarafından zindanlar biçimsel olmanın ötesinde kurallar-kaideler silsilesi olarak topluma lanse edilmiş ve toplum erkeğe tabi kılınmaya zorlanmıştır. Bunun için birçok yol-yöntem denenerek farklı aygıt ve aletlerle farklı argümanlarla var olmaya çalışılmıştır. Bunlardan biri de mekânsal olarak zindanlardır.
Zindanların oluşumundaki amaç; bireyi toplumdan uzaklaştırarak yalnızlaştırma politikalarıyla sosyalitesini minimalize etmedir. Yani toplumsallığı dağıtıma tabi tutarak bireyi sabitleştirmek ve mekan içinde paylaştırmak, tasnif etmektir. Böylelikle insanın en fazla zamanını ve gücünü çekip almakla sürekli hareketlerini kodlamaktır. Hiçbir boşluğu olmayan bir görünürlük içinde tutarak sürekli bir gözem, kayıt ve notlandırma sistemiyle bireye ilişkin biriken ve merkezileşen bir bilgi meydana getirmektedir. Bu bilgiyle bireylerin bedenleri ve ruhları üzerinde belirgin çalışmalarla onu pasifize etme amaçlanmıştır. İtaatkar, “yararlı” yani toplum karşıtı bireyler oluşturmaktır. Öyle söylendiği gibi cezaevleri bireyi toplumla bütünleştiren değil aksine ıslah ve terbiye etme programlarıyla toplumdan koparan hatta suçlu mal eden merkezlerdir. Bunu ise cezaevlerinde tutsaklara yaşattığı yaşam tarzıyla üretmektedir eğitim sistemiyle ıslah etme programlarıyla tutsakları eğitmek istemektedir. Fakat insana yönelik bir eğitim sistemi doğanın isteğine karşı hareket etmek gibi bir amaca sahip olabilir mi? Olamayacağından içine aldığını sürekli çürüten, yok eden yani suçlu imal eden bir mekaniğe dönüşmektedir.
Mahrumiyet mekanları olarak tanımladığı ve toplumsal oluşumlardan soyutladığı tutsakları hücrelere koyarak eşit-özgür yaşam haklarını gasp ederek adalete olan inanç ve güvenlerini kırarak veya hiçbir zaman toplumsal yaşamda işine yaramayacak işlerde çalıştırarak pasifize edip yararsız kılmaktadır böylelikle amaçladığı insan tipolojisini yaratıp sistemini devam ettirmektedir.
Dışarıda farklı alanlarda mücadele ederken şimdi cezaevlerinde farklı bir direnişin içindesiniz, cezaevlerinin sizin bilincinizde nasıl bir yeri var?
Mekanın insan üzerinde yarattıkları bütün yaşamını olumlu ve olumsuz etkilemektedir. Mekan, insanın fizyolojisini ve psikolojisini şekillendiren bir güce sahiptir. Cezaevleri de bu konsept temelinde oluşturulduğundan sürekli bir sınırlılık ve kısıtlamayla tutsaklar karşı karşıyadır. Oysa dışarıdayken mekanın genişliği-yoğunluğu insanı akan suya yani mücadeleye ortak ederken sürekli o suya yetişme ihtiyacı doğururken cezaevindeki durum tam tersi bir konumdadır. Alfabetik sıraya göre oluşturulan tiplerle ve gökyüzünün geometrik şekillerle belirlenmesi-sınırlandırılması insan zihnini köreltmekte-kadükleştirmektedir. Çünkü zindan gerçekliği-mücadele gerçekliği mücadelenin diğer alanları gibi değildir. Yoğun bir pratik koşuşturmacanın olmadığı daha çok insanın mekanla sınırlı kaldığı-sabitleştiği alanlardır. Bu yüzden cezaevlerindeki asıl insanın özüne döndüğü insanın özünü oluşturduğu savaştır. Yeniden var olma savaşıdır. Elbette bu savaş öyle kolay verilen ve yaratılan bir savaş değildir. Çünkü sistemin bin yıllardır kodlarımıza işlediği belki de gen haritamızda şekillendirdiği alışkanlıklara, davranışlara sahibiz. Bu da bizi bizden uzaklaştıran yabancılaştıran kişiliklerin oluşmasına neden olmuştur. Bu yüzden zordur, zahmetlidir ama imkansız değildir. Bu savaş aynı zamanda insana güç ve moral veren bir savaştır. Önderlik, “Kendini bilmek, bilmelerin en değerlisidir” demiştir. En kıymetli olana ulaşmak insanı hakikatine yaklaştırdığından motivasyon kaynağı olmaktadır, direnişe farklı bir tat katmaktadır.
Bir diğer direniş kaynağı ise zihniyet devrimini gerçekleştirme imkanının olmasıdır. Okuma-araştırma imkanının varlığı insanın vizyonunu geliştirerek çok geniş bir pencereden hayata bakmayı ve yorumlamayı getirir. Bu yüzden zihniyet devrimini gerçekleştirmek önemli, bilinci açığa çıkarmak kıymetlidir. Çünkü zindanın muğlaklaştırma özelliği vardır. İnsan bilincini muğlaklaştıran, kavramları özünden uzaklaştırarak liberal ideolojilerin yüklediği anlamlarla tanımlama vardır. Ve cezaevinin amaçlarından biri de bu muğlaklaşmayı mahrumiyet ve mahkumiyet mantığıyla pratiğe geçirme imkanına sahiptir. Örneğin özgünlük kavramının biz siyasi tutsaklardaki anlamı hiçbir zaman fiziki ve mekânsal serbestlilik anlamını ifade etmemiştir. Daha çok insanın kendini bulma arayışının sonucunda ulaştığı yaratımdır, “xwebûn” olmadır, ama mahrumiyet ve mahkumiyet politikası bu tanıma maddi-somut istemler bağlayarak anlamı özünden uzaklaştırmıştır, insanın hedefini küçültmüştür, tali olana sevk etmiştir. Bu anlayışlara göre artık özgürleşmek kendini tamamlamak yani “xwebûn” olmak değil maddi olana ulaşmak olmuştur. Ne kadar maddi olana sahip olunsa da manevi noksanlık-toplumsal bütünlüğün olmaması bizi öğür yapmaz. Bir kadın olarak cezaevinden çıksak da özgürlük mücadelesindeki “xwebûn” olma bilincini dünya kadınları için istemiyorsak Afganistan’daki, İran’daki, Filistin’deki kadınların özgür olması için mücadele etmiyorsak bizler de ya özgürlüğümüzü gerçekleştirememişiz ya da yarım-eksik kalmışız. Oysa “xwebûn” olmak tek yönlü mücadeleyi kabul etmeyerek komple bir katılım ister. Zaaflardan arınmış iradi olarak nefis savaşı yürütmeyi gerektirir. Özgürlük bir lokma, bir hırka felsefesinin derin anlamıyla dervişane bir yaşamı zorunlu kılar vb birçok kavramı bu temelde ele alıp değerlendirebiliriz ama asıl olan bunların tanımlarını bilmenin ötesinde ne anlama geldiğini uygulanmak ve amaçlanmak istenen politikaların neyi ifade ettiğinin ayırdına varmaktır. Ve bu doğrultuda da doğru bir bilinç ve ideolojik kimlik direnişi büyütmektir. Cezaevlerini diğer mücadele alanlarından ayıran, farklılaştıran en önemli direniş yöntemi pratik mücadelenin yanında düşünsel mücadeleyle zihniyet devrimini gerçekleştirme, kendini tanıma imkanına daha çok yakın olmasıdır.
Cezaevlerindeki kadınların direniş deneyimlerinden bahseder misiniz, bugüne kadar neler yaşandı, kendi deneyimleriniz nelerdir?
Eşit-özgür yaşam arayışı-kimlik arayışı eril zihniyeti korkutmuştur ve kadın daha görünür olmuştur. Bu durum düşmanı kadına yönelimini artırmıştır.
Özgürlük mücadelesinin var oluşuyla birlikte başlayan zindan mücadelesinde her daim kadınlar olmuştur. Öncü kadın Şehit Sara’yla (Sakine Cansız) başlayan bu süreç “Hep Kavgaydı Yaşamım” serisinin 2’nci cildinde çok çarpıcı bir şekilde ifadelendirilmiştir. 12 Eylül faşist askeri darbesinin vahşeti karşısında Amed zindanında bir grup kadın işkenceye, tacize-tecavüze boyun eğmeyerek direnişin sembolleri olmuşlardır. Tabii bu direniş yalnızca Amed zindanıyla başlayan bir direniş dalgası değildir. Öncesinde bir Kürt kadını olan Leyla Qasım’ın Baas rejimini kabul etmeyerek başkaldırısı, pişmanlık duymaması idamla sonuçlansa da Leyla Qasım bugün kadın tarihinin sembol isimlerinden olmuştur. Bu sembollerle birlikte Özgürlük mücadelesinde Kürt-sosyalist kimliğinin yanı sıra kadın kimliğinin açığa çıkması düşmanda dehşet duygusu yaratmıştır. Bir kadının yeniden yaratıma geçtiği, uyanışı yaşadığı halk için, kadın için, erkek için eşit-özgür yaşam arayışı-kimlik arayışı eril zihniyeti korkutmuştur ve kadın daha görünür olmuştur. Bu durum düşmanı kadına yönelimini artırmış ve daha çok cezalandırma istemiyle kadına saldırmasına neden olmuştur. Dört parça Kurdistan’da binlerce kadın bu saldırılar sonucu esir alınarak tutsak edilmişlerdir. Şirin Elemhuli gibi idam edilmişlerdir. İşkencelerde katledilmişlerdir. Tacize tecavüze uğrayarak benlikleri üzerinden hakimiyet kurulmak istenmiştir. Ancak kadınlar bu saldırılara boyun eğmeyerek birçok direniş yöntemini de geliştirmişlerdir. Bunların en önemlisi; kendini tanıma ve bilme temelinde kadın bilincini geliştirmektir. Tarihini, kim olduğunu, neler yaptığını ve yapabileceğini açığa çıkarmasıdır. Böylece kadının kendini tanımasıyla, gücünü yeniden keşfetmesiyle daha iyi ve güzel yaşamak için direnmenin çeşitliliğini de artırmıştır. Fiziki baskı ve işkenceye karşı onurlu direnişinden taviz vermeyerek düşmanın bütün yönelimlerini bertaraf etmiştir. İnce politikalarla geliştirilen özel konsept uygulamalarına karşılık kendi taktik ve stratejisini belirlemiştir. Örneğin, çıplak aramaya karşı “femen eylemler geliştirerek” karşı hamle yapmıştır. Kadın bedeni üzerinde hakimiyet kurmak isteyen eril zihniyeti protesto etmiştir. Cezaevleri koridorlarında kıyafetlerini çıkarmak bedenini baskı aracı olmaktan çıkarmıştır. Yine cezaevlerinde büyük birader rolünü üstlenen cezalandırmalar olsa da işkence yapılışında kameralar karartılarak görüntü alımları engellenmiştir. Yine ayakkabısız koğuşlardan çıkma görüşleri-hastaneyi protesto etme gibi çeşit çeşit eylemlerle kadınlar tekniki somut pratikler içinde her zaman aktif ve yaratıcı olmuştur. Ancak eylemlerini pratik olmanın ötesine taşıyarak düşünsel boyutlarla taçlandırmıştır. Birçok ürün ortaya koyarak eril zihniyete karşı en büyük tepkisini ideolojik entelektüel boyutta vermiştir. Topluma siyasete duyarlı yapısıyla ihtiyaçları görüp birçok dergi-gazete çalışmalarına katılmış, araştırma-inceleme kitaplarının yanı sıra roman-şiir gibi edebi türler de geliştirmiştir. Resimlerle toplumsal olayları anlatmışlardır. Bunlardan biri de Jîna Emînî için yapılan kadın temalı resim dergisidir.
Diğer bir deneyim ise zindanların en etkili eylemi olan açlık grevlerine her daim aktif katılım sağlamıştır. Canlılığın temelini oluşturan açlık güdüsü üzerine hakimiyet kurmak ve bedeni terbiye ederek nefis savaşını yürütmek kadınlar için her daim büyük anlam ifade etmiştir. Açlık grevi eylemlerinde her ne kadar beden açlığa yatırılsa da akla en son gelen şey belki de hiç gelmeyen şey yemek yeme isteğidir. O an yaratılan manevi huzurun insan düşüncesini ve bedenini kaplaması bu güdüyü gerilere itmekte yönelimleri, istemleri değiştirmektedir. Ben de bu süreci deneyimlemiş biri olarak şunu belirtebilirim ki; duygusal, düşünsel, psikolojik olarak kendimi en güçlü en sağlıklı bulduğum zamandı. Zihnimin en aktif çalıştığı, olayları yorumlama bakış açımı geliştirerek ufkumu geliştirdiğim zamanlardır. Çünkü bu süreçte yukarıda da belirttiğim gibi maddi olan, somut olan ikinci plana iterek insanın iç huzuru manevi yönü ön plana çıkarmaktadır. Eriyen bedenle birlikte sanki sistemin üzerimizde yarattığı alışkanlıklar da erimekte, beden kötülükten sıyrılarak arınmaktadır. Aynı zamanda Önderliğimiz için, halk için, kadınlar için eylem içinde olmak bir şeyler yaptığını düşünmek de moral motivasyonu artırmaktadır. Bu yüzden açlık grevi eylemleri salt bedeni açlığa yatırarak gerçekleştirilen bir eylem değil ölümün üstüne korkusuzca giderek bütün korkularınızdan arınmanın eylemidir, deneyimidir. Düşmanı korkutan da bu iradedir.
Cezaevlerinin geçmiş uygulamaları ile bugün arasında ne gibi farklar var? Uygulanan baskı politikaların amacı nedir?
Zindan tarihini irdelediğimizde geçmiş uygulamaların daha çok kaba şiddete dayandığını görmekteyiz. İnsanüstü bir vahşetin yaşandığı, sadist saldırılarla tutukluları teslim alma, ihanete sürükleme temel politikalarıydı. Amed zindanı bunun en büyük kanıtıyken bu uygulamalar Kurdistan ve Türkiye cezaevlerinin tamamında yaşanmaktaydı. Ancak bütün bu vahşete karşı onurlu direnişten asla taviz verilmemiştir. Bunun üzerine Türkiye cezaevi politikalarını değiştirmiştir. Tarihsel olarak Kürt karakterleri ve kişiliği incelendiğinde de görülecektir Kürtler asla baskı ve zorbalığa boyun eğmemiş her daim direnmişlerdir. Kürde zorla bir şey yaptırılmayacağı anlaşılınca egemenler tarafından işkencenin çeşidi de değiştirilmiştir. Artık fiziki işkence geriye çekilirken psikolojik işkence ön plana çıkmıştır. Tutsakların en temel hakları gayri hukuki uygulamalarla gasp edilmiş keyfi kararlarla yasaklanmıştır. Mahrumiyet, mahkumiyet anlayışlarıyla en basit sorunlar karmaşıklaşarak çözülmez hale gelmiştir. Tecrit politikalarıyla izolasyon artırılmış, sosyallik, toplumsallık asgari seviyeye indirilmiştir. Koğuş sistemlerinden önce F tiplerine daha sonra S ve Y tiplerine dönüştürülerek tek kişilik hücre sistemine geçilmiştir. Tecrit insanın doğasına aykırı bir uygulama olduğundan CIA ajanları tarafından insanın üzerinde ruhsal ve bedensel hakimiyet kurmak için yaratılmıştır. İnsanın toplumsal bir canlı olduğu, toplumdan koparıldığında yaşayamayacağı bilin bir gerçektir. Bu yüzden tecrit politikasıyla amaçlanan sisteme tabii olmayanların ölüm ve yaşam arasındaki çizgide bırakılmak istenmesidir. Arafta bırakılarak birey tabii olmuyorsa da hiçbir şey yapmasın akli yeteneklerini koruyamasın… Yalnızlığa mahkum etmek, toplumla bütünleşmesi sağlıklı birey olmasını da engellemektedir. Bundan dolayı özel savaş uygulayıcıları tecridi insanlar üzerinde bir tehdit, bir baskı aracı olarak kullanmaktadırlar ve bununla beraber gelişen bir yasaklama furyası da mevcuttur. Öncelikle toplumsallaşmayı sağlayan cezaevi iç ve dış faaliyetleri yasaklamaları disiplin soruşturmalarıyla sürekli her şeyin yasaklanmasıyla insanı meşgul eden, oyalayan, bıktırıcı uygulamalarla tutsakları esastan uzaklaştırmak, tali olmaya odaklamaya sevk etmek istemektedirler. Örneğin kadın cezaevinde takıların verilmemesinin, naylon poşet verilmesinin gerekçesinin güvenlik nedeni olması gibi.
Son hamleleri ise hiçbir hukuki geçerliliği olmayan İdari Gözlem Kurullarının (İGK) oluşturulması ve hukuksuzlukları üst seviyeye ulaşarak zirveyi görmeleridir. Bütün yetkilerin bu kurullara bırakılması sonucunda İGK’ler mahkeme rolünü oynayarak yeniden yargılamaya gitmiştir. Absürt kararlar ve trajikomik gerekçelerle tutsakların özgürlüklerini çalarak “istediğim olmazsa seni asla tahliye etmemle” tutukluları tehdit etmektedir. Fiziki işkenceyle kabul ettirilmeyen pişmanlık, ihanet bu kurullarca kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Hatta öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki pişman olmak da yetersizdir. Suçlu olduğunu kabul etmek yetmemekte, etnik kimliğinden yani Kürtlüğünden vazgeçmen istenmektedir. Bu yüzden kurullarda etnik kimlik sorgulaması yapılmakta legal siyaset kriminalize edilmekte, Kürt siyaseti kötülenmektedir. Söylediklerini yapmıyorsam da, “Ben seni istediğim zaman bırakırım ve sen buna mahkumsun” denmiştir. Elbette cezaevinde uygulanan değişimler bunlarla sınırlı değildir. Birçok bıktırıcı yöntem uygulanmakta, fiziki işkencenin yanında psikolojik işkence üst boyutta yaşanmaktadır. Hizmet ettikleri amaca ulaşmanın her yolunu mubah kabul eden bir anlayışla amaç bireyi kimliksizleştirmek, yalnızlaştırmak ve boyun eğdirmektir. Kendi çizdiği sınırlar içinde yaşayan toplumsal ahlaktan uzaklaşmış kişilikler yaratmaktır. İtaatkar, pasif, her söyleneni sorgulamadan hayata geçiren yararsız ve korkak bireylerin yaratılmasıdır ki, devletler, sistemler varlığını koruyabilsin ve devam ettirebilsin.
Cezaevindeki direnişin sizdeki anlamı nedir?
Belirttiğim bütün hususlar cezaevinde yaşananların neden ve sonucudur. Özgürlük mücadelesinin ise cezaevlerine biçtiği anlam öncüler şahsında hep direnişin ifadesi olmuştur ki; temel yaşam perspektifi “teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” şiarında yaşamaktadır. Bende cezaevi insanın kendini tanıdığı, anlam biçtiği, iradi gücünü açığa çıkardığı mekan olmanın yanı sıra özgür insanla özgürleşme mekanıdır.
Sonuç olarak cezaevlerinin varlığı hayatımıza zorla egemenler tarafından girdiği için asla kabul etmediğimiz mekanlardır. Buradaki asıl olan sana dayatılanı ters yüz ederek bir halkın lehine dönüştürmektir. Çünkü bizim mücadelemiz eşit ve özgür bir yaşam anlayışıyla halkların kendini bulduğu demokratik ulustur, hem fiziki hem de düşünsel özgürlüktür.
MA / Dicle Müftüoğlu