ANKARA - Kadına yönelik şiddetin ancak ahlaki - politik toplum inşaasıyla ortadan kalkacağını yasaların uygulanmasının yeterli gelmeyeceğini belirten Zelal Bilgin, "Erkek tanrıların güç ve öldürme kudretine karşı tüm doğumların ebeliğini yapan kadınlar, tanrıçaların bilgeliği ve adaleti ile topluma ahlaki-politik değerlerle varlık kazandıracak" dedi.
Kapitalist modernitenin bir krize sürüklendiği günümüzde savaş ve şiddet hali artıyor. Savaşın bir yansıması olarak da kadına yönelik şiddet ise katliam boyutuna ulaşıyor. Kadının yok sayılmaya başlandığı tarihten günümüze şekil ve boyut değiştiren şiddet, buna karşı verilen mücadeleyle birlikte daha fazla görünür olmaya başladı.
Türkiye’de, özelde AKP’nin 22 yıllık iktidarı süresince siyasi politikalarla kadın kazanımları törpülenirken, kadına yönelik şiddet “münferit” olarak gösterilmeye çalışıldı. Kadın mücadelesinin geliştiği, şiddete tepkilerin arttığı her dönemde ise iktidar tarafından bu durumu dindirmeye yönelik söylemler geliştirildi.
Mevcut yasaların uygulanmadığı bir ortamda şiddetsiz bir toplum tahayyülünün mümkünlüğünü, “Özgürlük paradigması” kapsamında konuştuk. Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan Tevgera Jinen Azad (TJA) üyesi Zelal Bilgin, kadına yönelik şiddetle mücadele ve hukukun rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.
TJA üyesi Zelal Bilgin
Kadına yönelik şiddet verilen mücadeleyle beraber daha görünür ve tartışılır olmaya başladı. Tüm bu tartışma ve gündemlere rağmen şiddetin boyutu ve tanımı doğru yapılabiliyor mu?
Bu sistemi besleyen “iktidar” olgusu “erkektir”; dolayısıyla kadına yönelik şiddet türlerinin üretildiği ve örgütlendiği yer “erkek egemen iktidar”dır.
Çok büyük bedeller ödenerek yürütülen mücadele sonucunda, kadına yönelik şiddet daha görünür ve tartışılır olmakla beraber, çözüm odaklı politikalar da geliştirilmeye başlandı. Kadınlar artık kendileri ve birbirlerinin adına konuşabiliyor, ataerkilliğin inşacısı olduğu cinsiyetçi sistem ve politikalarıyla mücadele kararlılığı gösterebiliyorlar. Buna rağmen kadına yönelik şiddetin tanımlanmasında hala eksiklikler yaşandığı için şiddetin boyutu flu kalıyor. Fiziki, cinsel, psikolojik, ekonomik, biyolojik, sosyal ve dijital şiddet ile beraber ideolojik, patriyarkal, kültürel, etnik kökene yönelik şiddetin tanımlanmasının da güçlü bir şekilde yapılmasına ihtiyaç var. Hakim iktidarın erkeğe tanıdığı üstün statüden beslenen ve her alanda yaşanan şiddetin kıskacındaki kadınlara yöneltilen silahları doğru tanımlamak gerekiyor. Kadına yönelik her tür şiddetin merkezinde ulus devletli uygarlık sistemi yer alır. Bu sistemi besleyen “iktidar” olgusu “erkektir”; dolayısıyla kadına yönelik şiddet türlerinin üretildiği ve örgütlendiği yer “erkek egemen iktidar”dır. Milliyetçi muhafazakar, sosyalist ve ideolojisi fark etmeksizin cinsiyetçi ve kadın düşmanıdır. Kadına kendi belirlediği sınırlar içinde koyduğu kurallara göre yaşam hakkı tanır, iktidarın ihtiyaçları doğrultusunda da sahte özgürlük alanı açar. Kadının ev içi ve ev dışı emeğini sömürür. Temelinde iktidar olan kadına yönelik şiddet münferit olarak yaşanan bir sorun değildir. Sorun sistem sorunudur. Devlet destekli şiddetin boyutunu doğru tanımlamadığımız sürece, doğru bir mücadele hattı oluşturamayız. Bakın, Kürt kadınların siyasal alanda yürüttüğü mücadele sürekli kriminalize ediliyor. Neden? Kadına yönelik şiddetin tespiti ve tanımını yaparken, bu şiddetin merkezinde “Kapitalist modernitenin” siyasal formu olan ulus devletli uygarlık sisteminin olduğunun, mücadelenin “Devlet” ile yürütülmesi gerektiğinin gerçekliğini güçlü savlar ile ortaya koyarlar. Yani dokunulmaza dokunurlar. Kapitalist Modernite’nin yarattığı hakim iktidarın kadınlara yönelik politikaları muhtaçlık yaratma, tüm uygulamalarına karşı uysallaştırma, tepkisizleştirme, iradesizleştirme ve öz saygısını kaybettirecek şiddet biçimleri içerir. Bu nedenle, tanımlamaların güçlü olması gerekiyor ki, ne boyutta bir şiddet ile mücadele edildiğinin bilinci açığa çıksın.
AKP’nin iktidara geldiği tarihten bu yana, kadına yönelik şiddetin arttığı bilinen ve raporlarla ortaya konan bir gerçek. Bu dönemde kadına yönelik şiddetin artmasının ana nedeni nedir?
Cezaevinde olduğum için yeni bir veri paylaşımı var mı bilmiyorum; son olarak bu artışın yüzde bin 400 olduğu paylaşılmıştı. Bu veriler, resmi başvurular ve kayıtlar üzerinden hazırlanıyor. Bu verilere tüm şiddet biçimlerini ve kayıt altına alınmayanları ekleyecek olursak çok daha ürkütücü bir tablo ile karşılaşacağımıza dair kuşkum yok. AKP, siyasal İslam ideolojisi ile şekillenmiş, dinci, milliyetçi, gerici kodları güçlü bir parti. Kendi ideolojisi dışındaki tüm kesimleri düşman ilan etmiş bir parti. Bunların başında da, kadınlar geliyor. AKP iktidarında geliştirilen politikaların tamamında kadın düşmanlığı ön plana çıkar. ‘Ahlak’ ve ‘Namus’ kavramlarının karşılığı kadındır. Kadın sadece köledir, iffetli bir hizmetkar olmak zorundadır. Erkeğin mülküdür, ki Erdoğan’ın kadına dair söz kurduğu ‘Benim kadınlarım’ tanımlaması ile doludur. Kaldı ki son dönemlerde şeriat tartışmalarını da görünür kılıp, asıl amaçlarını dile getiriyorlar artık. Radikal, cihadist örgütlerle işbirliği içindeler. Hatırlayalım, ABD Afganistan’dan çekildikten hemen sonra Taliban yönetiminin ilk ziyaret ettiği ülke Türkiye oldu. Erdoğan o dönemde; ‘Biz her zaman görüşürüz, dünya görüşümüz ve inancımız da bir fark yok’ gibi bir cümle kurmuştu. Bu cümle başlı başına, kadına yönelik şiddetin AKP döneminde neden bu kadar çok arttığının izahıdır. Erdoğan’ın her açıklaması cinsiyetçi, ötekileştirici ve şiddet içerikli.
Kadının kaç çocuk doğuracağından, kahkahasına, giyim tarzından yaşam biçimine, düşünce ve eyleminin nasıl olacağına kadar müdahale eden, itirazı olan kadını hedef haline getiren, şiddeti örgütleyen bir tarzı var. Kurumsallaşan AKP iktidarı, kadın düşmanı politikalarını Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle cami, tarikat, medrese, Kuran kurslarından, Eğitim Bakanlığı eliyle; okullarda, Aile ve Sosyal Hizmetler Politikalar Bakanlığı eliyle direkt ev içine, aileye müdahale ederek örgütlüyor. Son genel seçimle de bu ağı biraz daha genişleterek, gerici zihniyetlerine ortak Hür Dava Partisi ve Yeniden Refah Partisi’ni de Meclis’e taşıyarak, gerici söylemlerini daha radikal ağızlarda dillendiriyorlar. Bununla kadını, toplumsal yaşamdan kopararak, adil, eşit şiddet ve savaş karşıtı özelliklerini törpülemeyi, iradesiz, vasıfsız, fikirsiz ve eylemsiz bırakmayı amaçlıyorlar. Ancak Gezi’de, Kobanê’de, Rojava’da kadınlar en ön saflarda yer alarak meydan okudular. Ataerkil sistemin tüm ahlak ve hukuk dışı saldırılarına karşı iradelerini ortaya koydular. AKP-MHP faşist bloğunun söylemleri ahlaki-politik toplumun inşacısı kadının aklına, belleğine yöneliktir. Korkunun dışavurumudur. Kadının pasifize etmeden politikalarını hayata geçiremezler. Bin yıllar öncesine dayanan, kadının etrafından şekillenen toplumsallığa yönelik ilk saldırılarda kadınların direnişi de mitolojik, dinsel ve tarihsel tüm anlatılar da yerini almıştır. Bu nedenle de kadına yönelik şiddetti arttırarak politikalarına devam ediyorlar.
Yasaların uygulanmadığı, kadın haklarının güvenceye alınmadığı bir ortamda kadın kazanımları törpülenmeye devam ediyor. İstanbul Sözleşmesi’nden bir geceden çekilme, 6284 sayılı yasanın ve nafaka hakkının tartışılmaya açılması gibi, birçok saldırı söz konusu. Saldırıların toplamına baktığımızda iktidar neyi hedefliyor?
Anayasasını tanımayanlar, sözleşme ve ya metinleri tanır mı? Hayır! Şimdi anayasa değişikliği tartışmaları yürütülüyor. Çünkü mevcut anayasasın kimi maddeleri istedikleri sistemin inşasının önünde kimi engeller oluşturuyor. Amaçları ise, İslami içtihatlara göre bir anayasa hazırlamak, buna uygun düzen oluşturmak. Kadın haklarını güvenceye almak gibi bir dertleri yok, aksine kadın haklarının kısmi de olsa güvencesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek, 6284 ve nafaka hakkına yönelik saldırı ağını genişleterek, kadınlar için güvensiz, güvencesiz bir ortam yaratıyorlar.
İstanbul Sözleşmesi’nden bir geceden çıkan akıl, 6284’ün içini boşaltıp, nafaka hakkını da elinden alarak, devletin prototipi olan “Aile” içindeki köleliğe zor aygıtları ile rıza oluşturmaya, erkeğin her alanda kadın üzerinden başlatılan “sahip olma”, anlayışını diri tutmayı amaçlıyorlar.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 tüm tartışmalı yanlarına rağmen kısmi de olsa, kadını ve yaşama hakkını koruyan ve toplumsal cinsiyet eşitliği sağlama yönünde iktidara sorumluluğunu hatırlatan en güçlü düzenlemeler. Ulus devlet kadınların tarihsel bilincini yok ederek, özsavunma araçlarından tamamen yoksun bıraktı. Özsavunma uygulayan kadınları cezalandırdı, özsavunmayı kendisine yönelik bir tehdit olarak gördüğü için yasakladı. Tamamen savunmasız bırakılan kadınlar, mücadeleleri sonucu elde ettikleri yasal kazanımların kaldırılması tehdidi ile karşı karşıyalar. İktidar bu kazanımlara yönelik saldırıları sürekli gündem de tutarak, erkeklerin cesaretinin kaynağı oluyor. Çünkü hakim iktidar için, bir erkeğin iktidarını kaybetmesi demek, iktidarın ve tüm erkeklerin kaybı anlamını taşır. AKP-MHP-Tarikat-Cemaat dörtlüsü için bu yasalar kadının direnişini temsil eder. İstanbul Sözleşmesi’nden bir geceden çıkan akıl, 6284’ün içini boşaltıp, nafaka hakkını da elinden alarak, devletin prototipi olan “Aile” içindeki köleliğe zor aygıtları ile rıza oluşturmaya, erkeğin her alanda kadın üzerinden başlatılan “sahip olma”, anlayışını diri tutmayı amaçlıyorlar.
Köleliği derinleştirilen kadın şahsında, toplumlar, halklar, inançlar ve kimlikler tahakküm altına alınmaya çalışılıyor. Çünkü kadın toplumun en dinamik gücüdür. Onun için de önce kadının “vurulması” ve biatının sağlanması gerekiyor. İktidarın hastalıklı yapısı, kadın aklını ve bedenini hastalıklarının tedavisi ve varlığının gücü olarak görür. Dinci ve gerici zihniyete sahip Erdoğan için, kadın büyük tehdittir. Devletin tüm zor aygıtlarını kullanmasına rağmen kadın en ön safta direnişine devam etmiştir. Her defasında “kadınla eşit değiliz” naraları atan Erdoğan, kadınlara yönelik saldırılarına devam ederek, kadınları savunmasız, çaresiz, zavallı olduklarına ikna ederek, itaatkar kadınlar yaratmayı amaçlıyor. Bu nedenle de, başta yasaların güvencesi olmak üzere, kadını kendini güvende hissettiği evinde dahi korumasız bırakmaya çalışıyor.
İstanbul Sözleşmesi, kadın özgürlüğü ve toplumsal cinsiyet eşitliği noktasında geniş bir sözleşme ancak salt kadına yönelik şiddeti önlemek kısmı, yani karakol-adliye ayağını uygulamama hali tartışıldı. Şiddetin çözülebilmesi için bu sözleşme ve yasaların uygulanması yeterli gelir mi?
Şiddetin; politik amaçları, sürekli planlayan ve üreten aynı zamanda da örgütleyen erkek egemen bir aklı var. Sözleşme ve yasalar tamamen uygulanacak olsa dahi, kadına yönelik şiddetti önleme konusunda tek başına yeterli olmaz. Evet, devletsel sistemler üzerinden baktığımızda İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ile kapsamlı mücadele yürütebilmesi adına bugüne kadar hazırlanmış en güçlü sözleşmelerden biri. Devlete sorumluluk yükleyen, sorunun tarafı olduğunu hatırlatan, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması yönünde çalışmalar yapılmasını zorunlu kılan bir sözleşme. Ancak sadece adliye, karakol, kolluk kısmı konuşuldu. Bir günde sekiz kadının katledildiği bir vahşet yaşanıyor bu ülkede. Kadınları bu şiddet sarmalına hapsederek, İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğinin tam olarak tartışılıp, konuşulmasını engelleyen, şiddet politikalarını üreten ulus devlet yapısı için de birey ve toplumun söz kurma gücü yoktur. Savunması devlete aittir. Kadını da devlet, yasalar, kolluk, hukuk ve toplum (Ki buradaki toplum erkektir) korur. Tam da burada sorun başlıyor.
Politik amaçlarla üretilen şiddetin çıkış noktası olan “Devlet” kadına yönelik şiddetle nasıl mücadele edecek, nasıl bir koruma sağlayacak? Korumasız, savunmasız, aciz ve özgüvensiz kadınlar yaratmayı amaçlayan, kadınların öz varlığına saldıran erkek egemen sistem, sorunun çözümü olabilir mi? Kapitalist Modernite ve onun politik formu olan ulus devletin varlığı şiddet, katliam, saldırı, sömürüye dayalıdır. Bu nedenle ulus devlet mekanizmaları başta kadına yönelik şiddet olmak üzere, toplumsal hiçbir sorunun çözümü olamaz. Özsavunmanın tamamen yasaklandığı, bu yetkilerin ulus devlete verildiği toplumsallığın yok edilerek, liberal politikalarla bireyci bir toplumun yaratıldığı bir ortamda, sorunlar çözülemez. Böyle bir zeminde hangi sözleşme tam olarak uygulanırsa uygulansın, kadın kurtuluş ideolojisi benimsenmeden, zihinsel ve toplumsal bir değişim söz konusu olamadan, toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanmadan kadına yönelik şiddet önlenemez.
Şiddet ve tecavüz oranları arttığında, iktidar kanadı idam, hadım gibi cezalandırma yöntemlerinden ve buna dair düzenleme yapılmasından söz ediyor. Bu tarz cezalandırma yöntemlerinin şiddet karşısında caydırıcı, önleyici rolü olur mu?
Köle erkek ve kadınlar üzerinde her tür tasarruf hakkına sahiptir devlet. Şiddet ile inşa ettiği sistemin devamlılığında yine şiddet vardır. Hadım ve idam gibi, vahşi yöntemleri dile getirerek, sorunu erkek egemen sistem ve ürettikleri cinsiyetçi politikaların neden kaynaklandığını görünmez kılmak istiyorlar.
Avcı erkek, avcılık kültüründen gelen özellikleri ile şiddet, hile, saldırı tuzak yöntemlerini geliştirmiş, kadının yaratıcısı olduğu toplumsal değerlerini, üretimlerini bu yöntemlerle gasp etmiş, bilincini, belleğini yok ederek, iradesini kırmış ve sonuç olarak ana soylu dönemin yerine iktidarı oluşturarak, babasoylu dönemi inşa etmiştir. Erkek aklı ile inşa ettiği bu sistemin bir kölesi de erkek olmuştur. Devletleşen sistem, kendi prototipi olan toplumsallığı ortadan kaldırdığı tüm politikalarını ve şiddeti ürettiği “aileyi” inşa etmiştir. Ailede iktidar eşittir koca, köle eşittir kadın, işçi eşittir çocuk, ulus devleti uygarlık sisteminin devamlılığını sağlayarak, tüm roller verilmiştir. Köle erkek ve kadınlar üzerinde her tür tasarruf hakkına sahiptir devlet. Şiddet ile inşa ettiği sistemin devamlılığında yine şiddet vardır. Hadım ve idam gibi, vahşi yöntemleri dile getirerek, sorunu erkek egemen sistem ve ürettikleri cinsiyetçi politikaların neden kaynaklandığını görünmez kılmak istiyorlar. “Yasa adına savaş verdiğim iktidarı seni hadım ederek elinden alıyorum, ya da idam ile yaşamına son veriyorum” çözüm olabilir mi? Olay vuku bulduktan sonra en sert, en korkunç söylemlerle ortaklıklarını kamufle etmeye çalışıyorlar. Bir kadın yaşamdan koparılmadan, tecavüze uğramadan, bir çocuk istismara uğramadan, öncesine dair bir önlem yok ya da bu tarz olaylar yaşanmasın diye oluşturulmuş bir politika yok. Yasaların can alıcı değil, caydırıcı olması gerekiyor. Bakın yargılanan kadın katillerine “iyi hal ve tahrik” indirimi veriliyor. Tecavüz ve istismar vakalarında “rıza” aranıyor. Tüm bu failleri aklama çabası varken, hadım ve idamdan bahsediyorlar. Yasal düzenleme adı altında aflarla cezaevlerinde çıkardıkları kadın katilleri şiddetin tacizin, tecavüzün, çocuk istismarının failleri, ya yarım kalan işlerini bitiriyor ya da başka kadınların-çocukların faili oluyorlar. İdam edilecekse, erkek egemen sistem idam edilecek. Hadım edilecekse cinsiyetçi politikalar hadım edilecek.
Anaysa, devlet ve toplum arasındaki sözleşme olarak tanımlanıyor. Günümüzde şiddetin bu kadar krizli bir hale geldiği ortamda anayasa-yasaların toplumu değiştirip, dönüştürmesi mümkün müdür?
Anayasalar, toplumsal sözleşmeler olarak, tanımlanıp devlet ve toplum arasındaki ilişkileri belirleyen yazılı metin özelliği taşırlar. Ulus devletlerin anayasaları, ulusun yurttaşını oluşturur ve toplumun tamamı hakkında söz hakkı sahibi olur. Özgürlük alanlarını kendisi belirler. Toplumu değil, bireyi esas alır. Temel hakların tamamını denetimi altında tutar. Yani aslında; ulus devlette anayasalarla devletin devamlılığı esas alınır. Ahlak ise, toplumun birey, bireyin toplum ile ilişkisini belirleyen yazısız kurallar bütünüdür. Toplumun farklılıkları ile eşit, adil, doğa ile uyumlu bir sistem içinde özgür ve iradi güçle yaşamasını sağlar. Ahlak kuralları, toplumu canlı, dinamik ve savunmada tutar.
Ulus devletin yönetim anlayışını belirleyen anayasa ve yasalar, pasif, kendi adına karar veremeyen, farklılıkları kendi içinde eriten ulus devletin güç elde etmeye yönelik sözleşmeleri olmuştur. Sayın Abdullah Öcalan, “Demokratik ulus, hukuk ulusundan çok ahlaki ve politik ulustur” belirlemesinde hukuk ve ahlak dengesinin nasıl oluşturulması gerektiğinin yolunu göstermiştir. Anayasalar, demokratik koşullarda yaş, cinsiyet, ırk, inanç kimlik ayrımı yapılmadan tüm farklılıkların katılımı ile hazırlanıp, temsil gücü olmadan, değişim-dönüşüm aracı olamazlar. Mevcut anayasalar “Devletin devamlılığını” esas alarak hazırlandığı için toplumu temsil etmezler. Ahlaki-politik toplumda ise ahlaki kurallar esas alınır. Kabul-ret ölçüleri buna göre belirlenir. Toplumu bir arada tutan ortak değerler etrafında toparlanarak, demokratik bir yaşam inşa edilir. Tepeden inme anayasalar, toplumsal farklılıkları göz önünde bulundurmaksızın, rejimi ideoloji ile toplumun dizaynı hedefler. Ahlaki politik toplum içinde farklılıkların birliği esas alınarak, demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü bir sistemde buluşulur. İktidarın yazılı hükümlerinden kadın yoktur, toplum yoktur. Devletin “bekasıdır” söz konusu olan. Bu nedenle, değişim devletin çıkarları söz konusu olduğu sürece mümkün olur. Tüm bu nedenlerle, yasalar/anayasalar toplumsallığı güçlendirmek adına bir değişim ve dönüşüm aracı olamazlar.
Günümüzde ahlaki-politik toplumu oluşturmak mümkün mü? Mümkün ise hangi koşullarda hangi yöntemlerle oluşturulabilir?
Kapitalist Modernite ve onun siyasal formu olan ulus devletli uygarlık sistemin zihnimizde yığın haline getirdiği çöplerden kendimizi kurtarmadığımız sürece, özgürleşemez, özgür yaşamdan bahsedemez, öz ile buluşamayız.
Ana soylu dönem, bu açıdan incelenmeye değerdir. Yazılı bir hukuk normu yoktur. Kadın etrafında şekillenen toplumsallık, iyi-kötü, doğru-yanlış tanımalarının merkezinde inşa edilmişmiş, kadınla hayat bulan ahlaki politik toplumu görüyoruz. Kuralları, yasalar ve sözleşmelerle konmayan, birlikte var olma, tüm yaşam deneyimlerinin en ahlaki olanıdır. Kadının hakikatine tanıklık eden bu hakikati ölümsüzleştiren, efsane, masal, mesel, şiir, ağıt şarkılara dayalı anlatım çağlar boyunca sesler ve nefesler arasında dolaşarak, yayılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Ahlaki-politik toplumun inşası, kadının toplumsallığından geçer. Kadının varoluşu, canlılık üzerine kuruldur. Bu nedenle, kendini var etme ve koruma felsefesindeki “kendi” birey için değil, doğa ile uyumlu yaşayan toplum ve toplumsal değerlerin özüdür. Ahlaki varoluş, toplumsal değerlerin özü olarak, iyi-kötü/ doğru-yanlış tanımlamaların güçlü yapılması ile beraber anlama ve inşaya kavuşacaktır. Toplumsallık ahlaki politik değerlerle koruma altına alınarak, devamlılık sağlar. Kadın kendisine dönük saldırıların taciz ve tecavüzlerin, katledilmelerin ve sömürülmenin ne anlam ifade ettiğinin, amacının ne olduğunun farkında ve bilincindedir artık. Bu gerçekliğin farkında olmak, öz varlığını ve anlamını savunmasının ilk koşuludur. Kapitalist Modernite ve onun siyasal formu olan ulus devletli uygarlık sisteminin zihnimizde yığın haline getirdiği çöplerden kendimizi kurtarmadığımız sürece, özgürleşemez, özgür yaşamdan bahsedemez, öz ile buluşamayız. Bu öz ile buluşmanın yolu, kadının yarattığı değerler etrafında şekillenen, erkeğin değişim ve dönüşümünü de esas alan, ahlaki politik toplumu inşa etmektir.
Peki nasıl? Bunun için öncelikle bilmelerimizin ve farkındalıklarımızın yayılmasını sağlamalıyız. Yalnız bizim kadının soykırıma maruz bırakılan ilk ulus olduğunu bilmemiz hiçbir anlam ifade etmez. Bunları anlatmak, cinsiyetçiliği ve bunun üzerine inşa edilmiş politikaları teşhir etmek zorundayız. Her şeyden önce kadını ve toplumu öz değerleri ile buluşturmak, bu bilinci açığa çıkarmak zorundayız. Kadının ve toplumun özsavunması olmadan, ayakta duramayacağının bilinci ile komünal ekonomik değerler üzerine inşa edilmiş koperatifler, komünler, eğitim alanları fiziki saldırılara karşı savunma ve spor merkezleri, her sokakta kadına yönelik şiddet ile mücadele için kadın meclisleri oluşturulmalı.
Dilsizleşen ve belleksizleştirilen kadının varlık sürdüğü toplumlarda, egemen sistemin inşası daha kolaydır. O halde belleğimizi koruyacak bilmelerin hakikate varan yolculuğunda öze dönüşümüzü sağlayacak, sesimiz/soluğumuzla erkek egemen ulusun kabusu olacak, ahlaki politik toplumu inşa edeceğiz. Erkek tanrıların güç ve öldürme kudretine karşı tüm doğumların ebeliğini yapan kadınlar, tanrıçaların bilgeliği ve adaleti ile topluma ahlaki-politik değerlerle varlık kazandıracak.
Yarın: Kadın diplomasisinin dili ve eylemi
MA / Dicle Müftüoğlu