ANKARA - Ekolojik toplumun özünde doğayla doğru temelde bütünleşme olduğunu belirten tutsak Süheyla Taş, "Doğa anaya kendisini yenileme fırsatı vermeyi istiyorsak, kamünal ekonomi anlayışını örgütlememiz gerekiyor” dedi.
Dünya, kapitalist modernitenin müdahale ve saldırıları nedeniyle her geçen gün daha fazla alarm veriyor. Tek karış toprağından bir damla suyuna, bir nefeslik havasından yer altı zenginliklerine kadar her bir şeyin talan edildiği günümüzde, sistem dahi yaşam adına kimi göstermelik adımlar atma ihtiyacı duyuyor. Bu anlamda sistem tarafından üretilmeye çalışılan çevreci anlayışının da bütünlüklü bir çözüm getirmediği ortada.
“Kadın özgürlükçü, demokratik ve ekolojik” paradigma eksenli yaptığımız dosya kapsamında Sincan Kadın Cezaevi’nden tutsak Süheyla Taş, “Kapitalizmin kara dayalı tüketim ve talan sistemine karşı ekolojik toplum bilinci mi çevrecilik mi?” üst başlığı kapsamında hazırladığımız sorulara mektup aracılığıyla yanıt verdi.
Kapitalizmin kara dayalı hırsı karşısında doğanın yok edilmesi durumu, dönem dönem meydana gelen facialarla birlikte gündem gelse de aslında son 10 yılın en fazla tartışılan konuların başında geliyor. Bugün dünya-doğa alarm verdiği için tartışılsa da bu sorun yeni değil. Bu sorun kaynağını nerden alıyor?
Güncel olarak meydana gelen facialara baktığınızda Erzincan’ın İliç ilçesinde yaşananlar çok üzücü. Ne yazık ki, çok daha önce de bir faciaya neden olacağı söylense de gerekli müdahaleler yapılmadı. Açıkçası doğru bir mücadele ve toplumu bilinçlendirme gelişti mi, bu da tartışmaya açık bir konu. 22 yıllık AKP iktidarının en iyi yaptığı şey ‘ekonomik refah’ adı altında doğayı talan etmek oldu. Özelde de Kurdistan’da bunu bir soykırım aracı haline getirdi. Dediğiniz gibi küresel iklim krizi ve yaratacağı sonuçlar nedeniyle son zamanlarda doğa kırımı olduğu tartışılıyor. Fakat hala da önüne geçilmediğini somut olarak İliç faciasında görüyoruz. Sorunun kaynağına gelecek olursak; uygarlık sistemi, toplum-çevre ilişkisindeki kritik dengenin bozulmasına sebep oldu. Ekolojik felaketlerin en çok uygarlığın geliştiği iddia edilen kapitalizm çağındaki patlamaları, toplumsal doğa sisteminde bir sapma olduğunu gösteriyor.
Kapitalist modernitenin sınırsız tekelci kar yapılanmaları, toplumun ve çevre ile dengesinin kaldıramayacağı ağırlıkları biriktire biriktire sonunda ekolojik kriz çağına girmiş olduk.
Toplumsal doğa yaklaşık 3 milyon yıllık sürecinde bu tip felaketlere yol açmamış, toplum ile çevre sistemleri bir birini hep beslemiş. Uygarlığın kısa olan tarihinde patlak veren ekolojik krizler onun kâr amaçlı yıkma özü ile ilgilidir. Kapitalist modernitenin sınırsız tekelci kar yapılanmaları, toplumun ve çevre ile dengesinin kaldıramayacağı ağırlıkları biriktire biriktire sonunda ekolojik kriz çağına girmiş olduk. Doğada bir biri için olmayan, bir birini tamamlamayan, birlikte var olmayan hiçbir şey yokken, kapitalizm pozitivizmden beslenerek daha da büyüdü. Pozitivizmin öncüleri, bilim adına insanlığın esasında aleyhine olan görüşler sundular. Aydınlanma felsefesi ve dönemin düşünürleri, ‘bilim güçtür’ tespitinde yola çıkarak; insan-doğa, erkek-kadın birliğini tümden tahakkümcü bir ilişkiye tabi tutarak, kapitalist sistemin vahşetinin temellerini güçlendirdiler. Örneğin, Descartes, mükemmel bir makine olarak gördüğü evreni madde ve ruh diye ikiye böler. Maddeyi mekanik yasalara göre işleyen, yer kaplayan ama düşünmeyen olarak tanımlarken; ruhu da düşünen olarak tanımlar. Descartes’a göre bu ikiliyi evrende sadece ama sadece insanda görmekteyiz. Bu şu anlama gelir; evrende canlı olan sadece insandır. Doğal toplum insanının hissederek bildiği ya da günümüzde hala tartışılan canlı evren anlayışı bir tarafa, Descartes, capcanlı olan herhangi bir hayvan da bile bir canlılık görmez. Hayvanlarda, bitkilerde, herhangi bir hisse dolayısı ile canlılığa rastlanılmadığı inanır. Evreni, bilim adına makine gibi gören bir anlayışın, doğaya engelsiz ve kar amaçlı yayılmak için can atan kapitalist sistem için bulunmaz bir nimet anlamına geldiğini kestirmek zor değildir. Sonuç; ortaya çıkan ekolojik yıkım.
Bu talan sistemine karşı toplumsal mücadele ve bilinç nasıl oluşturulabilir?
Önüne geçmezsek, doğanın sonunun geleceğini anlatarak. Aslında bakarsanız, toplumsal bilinç zaten öz değerlerde saklı. Mesela Kürdistan’da gelecek sene de yeşersin diye bir bitki köken sökülmez ya da bir ineğin sütü buzağı düşünülerek tamamen sağılmaz. Yine bugün baktığımızda, Kürdistan, Anadolu ve Ortadoğu’nun diğer alanlarında köy-tarım toplumunda hala da önemini koruyan ‘Zibare, Terewerzi, İmece’ ve diğer ortaklaşama- dayanışma türleri var. Eğer doğa kırımlarına karşı mücadele yürütmek istiyorsak, yapmamız gereken tek şey, köklerdeki bu kültürün gelişmesini sağlamaktır. Yani, ölçü ekolojik toplum içerisinde, gerçek anlamda öz ile ilgilidir. Öz olduğu zaman, her varlık doğada anlam kazanır. Çünkü doğa kendisini bu sonsuz öz çeşitliliği ile sürdürür ve güzelleştirir. Bir su molekülü için geçerli olan yasa, bir bitki ve hayvan hücresi için de geçerli; dolayısı ile her varlığın evrendeki yeri ölçü ve uyumu ile belirlenmiş ve sadece zamana, varoluşa karşı sorumluğu olan evrensel bir arınma içinde yaşama oluşturmuştur. ‘Bir kum yöresi almanağı’ kitabının yazarı olan A. Lepold, ‘Etik denen şey yazılmaz. Etik, düşünen bir toplumun zihninde gelişir’ der. Aslında her çiftlik, ekoloji üzerine bir atölyedir. Ormancılık da öyle. Paris’te “Burası bizim evimiz” diye haykıran çiftçiler büyük bir direniş yürüttü. Yine aynı şekilde, Hindistan’da çiftçilerin direnişi yayılıyor. Bu direnişler büyüdükçe; insan tabiata daha çok yaklaşacak. Kızılderililer, insanın tabiatta uzaklaştıkça, kalbinin katılaşacağına inanırlar. Bunu istemiyorsak, mücadele ve özbilinci tam da bu direnişlerde yeşertmemiz gerekiyor.
Kadının toprakla uyumlu yaşamının bin yıllara dayandığı biliniyor. Bu sebeple ekolojik yıkıma karşı mücadeleye de öncülük rolü oynaması, kadın açısından daha anlamlıdır.
Kadının toprakla uyumlu yaşamının bin yıllara dayandığı biliniyor. Bu sebeple de, ekolojik yıkıma karşı mücadeleye de öncülük rolü oynaması, kadın açısından daha anlamlıdır. Ön safları tutan kadınların, hem güçlü bir moral önderlik yaptığını, hem de hareketlerin simgelerin haline geldiğini tarihten biliyoruz. Örneğin; Efrîn’de toprağından zorla göç ettirilen ‘Laçikspi’ bir annenin yıllarca emekle büyüttüğü zeytin ağaçlarının kökünden sökülüp başka yerlere götürülmesine tanık olduğu için yaktığı ağıt hala kulaklarımızdadır. Ya da Rize de Laz annelerinin yöresel kıyafetleri ve Horonlarıyla kepçelerin geçişini engellemeleri. Örnekleri çoğaltabiliriz. Yunanistan’da kalpleri derinden etkileyen hareket, Alman İşgaline karşı Yunan direnişine söylenen bir devrimci şarkıyı bağırarak söyleyen 74 yaşındaki bir kadının bir sıra polise göğsünü siper etmesiydi. Romanya’da Babuşka giymiş ve budaklı bir baston tutan yaşlı kadının resmi, dünyanın her köşesine ulaşmıştı. New Brunswick’te (Kanada’nın bir bölgesi) bir sıra polisin önünde, tek bir kartal tüyün tutarak, ana yolun ortasında diz üstü oturan, tek başına bir Mi'kmaq Annenin resmi elden ele dolaşarak, bu rolü simgeliyordu. Tüm bu toplulukların karşı koyduğu, çeşitli uğursuz tehditler, insanların-ister çocuklarını zarar görmeden korumaktan, isterse toprak ile kurdukları derin bağdan dolayı olsun- uyanmalarını sağlayan evrensel, hatta temel itkiler haline dönüşmüş görünüyor. Yeter ki bunu örgütlü kılalım.
Bugün, var olan talan sistemi tartışılırken, ana sorumlular küçük ya da çözüm getirmeyecek adımlar atarak, tepkileri etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Ekosistemi bir bütünen korumak için atılması gereken temel adımlar nelerdir?
Atılması gereken temel adımlara geçmeden önce; kıyımlar sürekli artarak devam etse de ana sorumlusu olanlar, yeni sermayedarlar bu sorunun çözümünü katiyen istemezler. Tam aksine her geçen gün toprak üzerinde yeni denemeler ile doğanın dengesiyle oynuyorlar. Mesela, ABD’de başlatılan nükleer deneyleri biliyoruz. İlk, “Başarılı” nükleer deneyin hemen ardından Hiroşima ve Nagazaki bombalandı. Bugünlerde hayatının anlatıldığı film ile gündemde olan nükleer fizikçi Openheimmer, Manhattan projesinde yer alan bilim insanlarından biriydi. Ve sadece caydırıcı işlev görmekte, kullanılacak bir nükleer bomba imal ettiğini düşünüyordu. Nazi toplama kampından doktor olması nedeniyle hayatta kalabilen V, Frankl’nin deyimiyle; “Auschwaitz’den beridir, insanın neler yapabileceğini biliyoruz. Hiraoşima’dan bu yana ise neyin tehlikede olduğunu.”
Eğer gerçekten doğa anaya kendisini yenileme fırsatı vermeyi istiyorsak, komünal ekonomi anlayışını örgütlememiz gerekiyor. Reel sosyalizm dönemindeki Kolhost deneyimi ve Yahudilerin Kibutz örneği incelenebilir. Daha tarihsel olarak ele alacak olursak, tüm deneyimlerin belki de beslendiği diyebileceğimiz Karmati, örneği de bir hayli çarpıcıdır. Karmatiler, eşit ve özgür bir toplum anlayışı temelinde, toplumsal uyumu esas alan bir komünal toplum ve ekonomi düzeni ve buna uygun bir üretim-tüketim biçimini geliştirdiler. Yine Şeyh Bedrettin ve Pir Sultan Abdal komin geleneğini yaşamış ve yaşatmışlardır. Son örneği ise Rojava Devrimi sonrası Rojava Özerk Yönetimi’nde açığa çıkan komünal ekonomidir.
Ekonomi Nobel Ödülünü kazanan ilk kadın olan Elinor Ostrom, yıllardır dünyanın dört bir yanındaki halkların meralar, ormanlar, içme suyu ve balıkçılık alanları gibi ortak kaynakları nasıl adil ve sürdürülebilir bir şekilde yönetmeyi başardığını belgeliyor. Yani bunun mümkün olduğunu aksi söylense de biliyoruz. Öyleyse ilk adım olarak, yerel üretimini teşviki için tarımın önemini anlatmalıyız. Böylece kamünal ekonomi ve kooperatiflerin temeli için de ilk adım atılmış olacak.
Nasıl bir sistem inşası ile bu talan sitemine karşı bir duruş ortaya konabilir?
İktidarcı, sınıflı toplumun tahripkarlığının başta diğer canlılar olmak üzere doğaya karşı uygulamalarına alternatif üretmenin yolu, çevreyi kirleten toplumsal ilişki ve düşüncelere karşı insanı ve toplumu doğanın bir parçası yapmaktır. Bu da birinci doğa ve ikinci doğanın sentezi ile oluşacak olan, ‘özgür doğa’ da diyebileceğimiz üçüncü doğa ile mümkün. Çünkü üçüncü doğa birinci ve ikinci doğanın yeniden üst bir aşamada uyumunu ifade eder. Bu uyum ise, demokratik modernite paradigmasının inşası ile ortaya konabilir. Ekolojik boyut, demokratikleşme ile yakından bağlantılıdır. Ekolojik toplumun özünde doğa ile doğru temelde yeniden bir bütünleşme vardır. Felsefi ve ahlaki boyuttan yeni kazanımlar elde etmek, insanın kendi dışında kalmış yaratımlara yeni bakış açısı ile yaklaşmayı başarmasıdır. Özünde ekolojik olan toplumu, yeni bir canlılık felsefesi ile her şeye canlı bir organizma gözü ile yaklaşmasını sağlayacak bilince ulaştırmak, anlamına da gelir. Kısaca doğaya, doğadaki her şeye ölçülü yaklaşmayı yaratma bilinci olarak ekolojik olma duruşu, insanda yeni duygular yaratmak anlamına gelir. Kuşkusuz yaşadığımız çağda, kapitalizme alternatif bir sistem inşa etmek ve ayakta tutmak kolay değil. Fakat bir dünya denemesi olarak, varolan sisteme karşı duruş olması açısından Rojava Özerk Yönetimi önemlidir. Burada, komünal ekonomi esasına dayanan, kooperatif çalışmaları yürütülüyor. Ne yazık ki kısıtlı imkanlarımız nedeni ile oluşturulan kooperatifler hakkında somut bilgilere sahip değilim. Fakat var olan tüm çalışmaların dayanağının Önder Apo’nun paradigması olan Demokratik, Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü toplum ilkeleri olduğunu biliyoruz. Hatta bu sebeple, dünya radikal ütopya ödülünü de aldı. Yani yeni bir sistem inşası, zor olabilir fakat mümkün. Yeter ki Demokratik Modernite paradigmasını yaşamsallaştıralım.
Elitist bir bakış açısıyla çevrecilik adı altında yürütülen mücadelenin kapitalist tüketim çılgınlığına etkisi nedir?
Son yıllarda, çevreci oluşum ve hareketler gün geçtikçe gelişiyor. Hatta en yaygın hareket alanı, olduğunu da söyleyebiliriz. Sistem karşıtlığını çok hissettirdiği için anarşistleri, sosyalistleri de tabanında birleştiriyor. Fakat hareket üzerindeki liberalist ideolojik hegemonyanın izlerini yoğunca görmek mümkün. liberalizm, her toplumsal konuda olduğu gibi, ekolojik sorunda da yapısal özü ile ilgili yanı bastırıp, teknolojiyi, fosil yakıtlarını, tüketim toplumunu sorumlu görmeye çalışıyor. Halbuki tüm bu yan olgular modernizmin bir ürünüdür. Bu sebeple ideolojik netliğe büyük ihtiyaç var. Örgüt ve eylemliliğini dar kent sokaklarında tüm topluma, özellikle kırsal köy-tarım toplumuna kaydırması gerekiyor. Çünkü ekoloji esas olarak, kırım, köy-tarım toplumunun, işsizlerin, kadınların eylem kılavuzudur.
Günümüzde ekolojik ürün sektörü de diyebileceğimiz yeni bir sektör alanı oluşturuldu. Gıda, giyim gibi temel ihtiyaçlar, ‘Eko-üretim’ denilerek kapitalist pazara sunuluyor. Ve bu ürünlere öyle bir fiyat biçiliyor ki sadece elit sınıflar alabiliyor.
Kapitalizmin en büyük başarısı, yarattığı krizleri fırsata çevirmektir. Özellikle çevre krizine yaklaşımı da bu çerçevede değerlendirilebilir. Günümüzde ekolojik ürün sektörü de diyebileceğimiz yeni bir sektör alanı oluşturuldu. Buna yeni bir moda akımı da diyebiliriz. Gıda, giyim gibi temel ihtiyaçlar, ‘Eko-üretim’ denilerek kapitalist pazara sunuluyor. Ve bu ürünlere öyle bir fiyat biçiliyor ki, sadece elit sınıflar alabiliyor. Sorunu kaynağından uzaklaştıran bu elitist anlayış, durumu çok daha ileriye taşıyıp, teme ihtiyaçları da artık aşmış durumda. Organik boya, organik krem, organik parfüm, organik deterjan vb diye örneklerini sürekli çoğaltıyor. Sermayedarlar, bu ‘Modayı’ her geçen gün daha da büyütüyor. Öyle ki, bu markalar ‘Organik’ etiketinin patentini dahi aldılar. Tersinde de olsa, kapitalist tüketim çılgınlığı, liberal çevreci anlayışlarla besleniyor ve ekolojik krizi her geçen gün daha da derinleştiriyor.
Ekoloji meselesi tartışılırken, coğrafya, kültür, kimlik ve halka göre hassas olma ya da olmama durumu tepkinin boyutunu değişiyor. Kurdistan’daki talana sessiz kalınırken Ege’de yangına tüm Türkiye ses yükseltiyor. Amalı, fakatlı ekolojik bakış açısı ve mücadele söz konusu olabilir mi?
Elbette olmaz. Ekolojik toplum, sınıfsız bilinç ve sınıfsız düşünce ve sınıfsız kişiliklerce gerçekleşir. Kurdistan’da kimyasal bomba kullanılmasına, orman yangınlarına sessiz kalan kurum ya da bireyler için ekolojist tanımlaması yapılabilir mi? Trajikomik ama gerçek tam da böyle. Belirttiğimi gibi, liberal bir ideoloji ile idame edilen ekolojist yaklaşım, tarafgirliği de kendisi ile getirir. Bu kaçınılmazdır. Ulus olma hakkını sadece ulus-devlet olarak yorumlayan bir liberalist zihniyete göre ulus-devlet değişen, yanan bir ormanın da yoktur. Kimyasal bombalar ile tahrip edilen dağların da… Görmek istemeyen de daha kör olamaz.
Sömürü ve sömürgeye dayalı kapitalist sistem, Ortadoğu ve Afrika başta olmak üzere, sömürge olarak kabul ettiği alanların yer altı ve yer üstü kaynaklarını Avrupa ve Amerika’ya taşıyor. Bu bölgeler ise, hem ekolojik yıkıma uğruyor hem de toplum sağlığını riske atıp, derin bir yoksulluğa mahkum ediyor. Buna karşı nasıl bir mücadele yürütülmeli?
Ortadoğu ve Afrika’da kriz ve bunalımın sürekli derinleştirilmesi, sömürge olmalarıyla bağlantılıdır. Hatta bu doğa kırımı, bugün bir soykırım aracına dönüşmüş durumda.
Kapitalizm, birey ve toplumu sürekli ‘Yeniyi’ istemeye sevk eden bir sistemdir. Tüketim çılgınlığı dediğiniz olguyu yaratan da bu sürekli olarak isteme halidir. En nihayetinde de, daha fazlasına sahip olmak, hem maddi hem de beşeri kaynakların da fazla olmasını gerektiriyor. Sömürgeci zihniyet, çıkarılacak maddeler tükendiği zaman, sömürülecek başka topraklar bulurlar. Özelde en kadim topraklar olan Ortadoğu ve Afrika’da kriz ve bunalımın sürekli derinleştirilmesi, sömürge olmalarıyla bağlantılıdır. Hatta bu doğa kırımı, bugün bir soykırım aracına dönüşmüş durumda. James Watt, buhar makinasının icadı ile sanayi devriminin hızlandığını iddia eder. ‘Çünkü buhar makinası sayesinde geliştirilen buhar gemileri de başka yerleri sömürgeye açmış oldu’ der. Ve sanayi devriminin ‘Avrupa’yı zenginleştirirken, dünyanın başka kısımlarının yoksullaşmasına, karbonun yakılmasına dayalı eşitsizliklerin bugüne değin sürmesine de katkıda bulunmuş’ olduğunu da belirtir. Aslında bu tesadüf değildi; endüstriyalizmin anti-toplumsal doğası ile ilgilidir.
Kapitalist sermaye, Makyavellist bir öze dayanır. Yani kazanmak için her yol mubahtır. Somutlaştırmak gerekirse; Ukrayna-Rus savaşının başlamasından bu yana dünyanın en büyük beş büyük petrol şirketi enerji fiyatlarında büyük bir artışa giderek, çeyrek trilyon dolar kar etti. Şunu belirtmek gerekir; 21’inci yüzyıl emperyalizminde yeni sömürgeci güç kenttir. Kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir. Onların plaza üstleridir. Kentin bu durumunda da sınıfsal iktidar ve devletsel yapılar sorumludur. Sınırlı kalmış kent güzelliğini, ahlakını nasıl kurtaracağımızı daha fazla düşünmeliyiz. Buna kent kaynakları sorunları ‘hastalığa dönüştü bile, artan kanser hastalığı temelini buradan alır’ gündemimize alarak başlayabiliriz. Çünkü anlamlı çözümler geliştirebileceğimizi biliyoruz. Daha önce de değindiğimiz bir noktaya geliyoruz yeniden; ekoloji sömürülenlerin eylem kılavuzudur. Daha fazla örgütleme yapılmalı, ekolojik bilinç açığa çıkarılmalı. Demokratik Modernitenin temel ekolojik boyut güçlendikçe sağlamlaşacaktır. Hep aynı hakikat ile yüz yüze geliyoruz; Demokratik Modernitenin inşası. Önder Apo; ‘Demokratik Modernite, temel unsurları gerçek barışa yatkın olan bir sistemdir’ der. Demokratik ulus anlayışı, en küçük bir ulusal toplulukta bir dünya ulusuna kadar açık çözümleyiciliğiyle aynı zamanda değeri çok yüksek bir barış seçeneği oluşturmaktadır. Eko-endüstri unsuru ile hem toplum için endüstrinin verimli kullanımı ile başta işsizlik, yoksulluk ve açlık olmak üzere, modernitenin topluma karşı savaşının bir nevi sonuçları olan ağır toplumsal sorunlar çözüm yoluna girer; hem de endüstriyalizmin çevreye karşı açtığı savaşı sona erdirip, toplum-çevre barışını gerçekleştirecek. Demokratik komünalite unsuru ise, her toplum birim ve bireyin ahlaki ve politik toplum olabilme seçeneğini sunarak, en radikal barışçıl yaklaşımı sunar. Özcesi, Demokratik Modernite sistem olarak geliştikçe, onurlu bir barış imkanı çok daha fazla gelişebilecek.
Yarın: 'Önce kadını vurun' zihniyetine karşı jin, jiyan, azadî felsefesi
MA / Dicle Müftüoğlu