ANKARA - Ağırlaştırılmış müebbetle hapsedilen kadınların hücrelerine konuk olan canlılar onlara arkadaş olurken, uzun bir süre hücresini bir arıyla paylaşan Ruken’in bu kış hiç misafiri olmadı.
Cezaevi, adından da anlaşıldığı üzere insanları cezalandırma odaklı inşa edilen yapılar. Canlının hapsedildiği, dünya ile ilişkisinin kesildiği mekanlardır. Yüksek duvarlar, tel örgülerle büyük oranda kentlerin dışına inşa edilen, tam da amaçlandığı ölçüde izole alanlar. İradenin olmadığı, direnmediği ilk andan itibaren ölümün geldiği mekanlardır. Toprak, çiçek gibi doğaya dair hiçbir şey olmadığı gibi bulunması da yasaktır. Havalandırmada inatçı bir çiçek betonu delip de göğe doğru başını yükseltirse, ilk koğuş baskınında ya sökülür ya da postallarla ezilir.
Birçok cezaevine, yapısından ve konumundan kaynaklı tek bir canlı dahi uğramaz. Ancak bazen bazı canlılar da yollarını “şaşırıp” cezaevinin havalandırmasına konuk olabiliyor.
Arılar iğnelerinden dolayı birçok insana ürkütücü gelse de, Sincan Kadın Cezaevi’nde ağırlaştırılmış müebbet nedeniyle tek kişilik hücrede tutulan Zerrin Yılmaz’ın (Ruken) hücre arkadaşı oluyor.
Sincan’da tutulurken hastane nezarethanesinde tanıştığım Ruken’den “Hücrede arı besleme” hikayesini anlatmasını istedim.
Müddetnamesinde “ölünceye kadar” diye yazılsa da olanca coşkusuyla mücadeleye, hayata sarılan Ruken, çiçeklerin, ağaçların dalları arasında gezinen arıyla arkadaşlığını mektup aracılığıyla anlattı.
BETONDA NE BULUYORLAR?
Arıların tozlaşmadaki (bitki üremesi) rolü nedeniyle ekosistemin ana bileşenlerinden biri olduğu, yokluklarının dünyaya ciddi zarar vereceği belirtiliyor, tam da bu noktada Ruken betondan ibaret cezaevine gelen arılara dair şaşkınlığını ve ilk ilişki kurma biçimini şu sözlerle anlatıyor: “Bu betonda ne buluyorlardı bunu merak ettim hep. Hani arı denince akla çiçek, bitki örtüsü gelir. Yollarını mı şaşırıyorlardı? Belki. Yazın çok gelirlerdi. Ben yanımda cezaevi idaresinin verdiği piknik reçel, balları açıp pencerenin dışına bırakıyordum yesinler diye. Silip süpürüyorlardı. Hava sıcaktır diye su bıraktım küçük bir kapta. Sonra o reçeller zararlı diye üzüm taneleri bırakmaya başladım. İçine giriyor, ince bir deri dışında bir şey bırakmıyorlardı üzüm tanesinden. Sanırım onlarla ilişki kurdukça kendim gibi düşünmeye başlıyordum. Zararlı-faydalı yiyecekler algım onlar için de geçerliydi. Yaz boyunca pencereden ayrılmadılar, beslendiler, çoğalınca korkmaya başladım. Zarar vermeyeni hissederler, zarar vermezler diyerek korkumu aşmaya çalışıyordum.”
HÜCREDE BAŞKA BİR CANLI
Sonbahar mevsimiyle birlikte gelen arılar azalsa da, muhtemelen uzağa gitmeye enerjisi olmayanlar da artık hapistir. Havalar soğur ve kovanlarda kış uykusuna yatması gereken arıların bir kısmı da cezaevinde kalır. Onları ısıtmak, gelecek yaza kadar hayatta tutmak görevini de üstlenir Ruken. Kovana gönderemediği arıyı hücresine alma sürecine dair de şunları anlattı Ruken, “Hava soğuyordu. Öğleden sonra havalandırmaya çıkıyordum. Yerde tek tük arı oluyordu. Elime alıp ısıtıyor, bırakıyordum. Onlar da uçuşuyordu. Fakat bir arı öylece elimde kaldı. Çünkü hava soğuktu, ısıtsam da donacaktı. Hücreme aldım. Ertesi gün güneş açınca bırakırım dedim. Akşam önüne bal, su koydum. Yediğini hiç görmedim. Pencerede dolanıyordu. İçim rahat etmedi, parmağımı bala banıp yanına götürdüm.
CAM KENARINDA BİR HAYAT KURDU
Kokuyu aldı, parmağıma geldi, balı yemeye başladı. Yemeleri uzun sürüyormuş; on beş yirmi dakika boyunca yedi. Korkudan elimi kıpırdatamıyordum. Seslenen arkadaşlara cevap vermekten bile korkuyordum. Doyunca pencereye uçtu yine. Ertesi gün dışarı bırakırım diyordum. Bir gece korkarak, huzursuz uyumanın zararı yok dedim. Ama ertesi gün hava soğuktu. İkircikli ruh haliyle günü geçirdim. O gece de kaldı ve yine parmağımla bal verdim. Kış geldi, artık yanımdaydı. Bahara bırakırım dedim. Meyveyi de balı da elimle veriyordum daha az korkarak. Kendisi yiyebilirdi ama rutinimiz böyleydi artık. Hücrede senden başka bir canlı vardı artık. Onun da bir yeri vardı ve varlığını daha çok hissediyordum. Hareket ederken onun varlığını da düşünüyordum. Yemek ritüelimiz dışında varlığımı hiç umursamıyor gibiydi. Pencerenin önündeki kitap, defter, kâğıtlarımın içinde, etrafında bir hayat kurmuştu, ona karışmıyordum. Aramızda bir diyalog yoktu. Ne hissettiğiyle ilgili bir fikrim yoktu. Ben onu umursuyordum ama o bana karşı kayıtsızdı.”
‘SADECE BAL YEMİYOR, ELİMDE DOLAŞIYORDU’
Hücre arkadaşı oldukları arının artık kendisine daha fazla sokulduğu bir dönem de olur. Ruken, arının cam kenarından vazgeçip onunla birlikte uyuma hikayesini ve bunun geçmiş akrep travmasıyla birlikte nasıl bir korku yarattığını da şöyle anlattı: “Bir gece göğsümde bir hareket beni uykumdan uyandırdı. Geçmişte göğsümde dolaşmış akrep hikayem vardı ve bilinçaltımda bütün dehşetiyle kalmıştı. İlk aklıma o geldi uyku haliyle ve geçmişin korkusuyla hızlıca tutup attım. O anda hafifçe ısırdığını fark ettim ve arı geldi aklıma. Işığa koşarken içimden umarım ölmemiştir diyordum. Ölmesi, beni sadece suçluluk duygusunda bırakmaz boşlukta bırakacaktı; arkadaş boşluğu. Işığı açtığımda iyi görmeyen gözlerimle aradım, bulamadım. Gözlüğümü taktım yatağın kenarındaydı ve yaşıyordu. Çok rahatlamıştım. Fırlatırken, belki kızgındır diye o an dokunmaktan korktum çıplak elle. Bal, ikimizin arasındaki tatlı bağ, parmağımı bandırıp uzattım. Bir gün bile bala hayır demedi, geri çevirmedi. Yine geldi, yedi ve pencereye bıraktım onu. O gece ne zamandır olan gelişme, değişmeyi fark ettim; sadece bal yemiyordu, gelip elimde dolaşıyordu. Bırakmak istediğimde inmiyordu elimden. O geceden sonra aramızdakine ‘ilişki’ diyebilirdik. Ya da ben olanları böyle yorumlamak istedim. İhtiyacım olan şey ilişkiydi. Başka türlü varlığımı nasıl kavrar, anlamlandırırdım. İlişki, varlığın kavranmasıdır. Kendini bile ilişki olmadan sevemiyor insan. Arı ile bir ilişkimiz var mıydı yoksa ben mi yorumumla yarattım, bilmiyorum. Ama bu hücrede o vardı, ben de. İletişim halindeydik. Kışı birlikte geçirdik. Bir daha aramızda krizli bir durum oluşmadı. İstediği kadar elimde dolaşıyordu. Daha fazlasına izin vermiyordum. Her şeye rağmen korku diye bir şeyler vardı bende. Pencerede, kitap defterler arasında gezinirken o, izliyordum. Belki ben yazarken masada, o da izliyordu.
YUVADAN GİDİŞİNİ SEYRETMEK
Bahar gelmişti, oyalanıyordum. Henüz yeterince ısınmamış hava diyordum. Dışarıda ilk arıyı gördüğüm gün bırakacağım dedim. İlk arıyı gördüm. Bir bahanem daha vardı. Diğer arıların yeri vardır, bunun yok. Gece ortalıkta kalır, donar dedim. Hava daha da ısındı. Artık gece de gündüz de dondurmayacak kadar sıcaktı. Ben de daha fazla zalim olamazdım. Ona sormak istedim. Kalmak ister miydi? Ama çiçek görmeliydi, bir çiçeğe konmalıydı. Onu bundan mahrum edemezdim. Hiçbir şey demiyordu. Pencereyi açık bıraktım, kaç saat geçti gitmedi. Elime alıp havaya tuttum. Ufak ağırlığı elimden kalktı. Duvarın üzerinden uçtu, izleyebildiğim yere kadar baktım ardından.”
SALYANGOZ, KELEBEK
Her yeni sonbaharda havalar soğudukça yeni donan arılar Ruken için yeni hücre arkadaşı oldu. Arıların yanına kimi zaman marul içinden çıkan salyangozları ekledi Ruken, sonra kantinden alınan maydanozun içinden çıkan kozalardaki kelebeklerle hücresini şenlendirdi.
BU YIL MİSAFİR OLMADI
Diğer hücrelerdeki tutsakların da misafirlerinin hiç eksik olmadığını özellikle de müebbet ve ağırlaştırılmış müebbetle hapsedilen kadınların doğaya dokunma yollarından birine dönüştüğünü söylüyor Ruken: “Diğer hücrelerdeki arkadaşların da misafirleri eksik olmadı. Yuvasından düşen serçe yavrularını beslemek burada yaygın. Bu yıl hiç misafirimiz olmadı. Etrafımızda ne olup bitti de gelmez oldular. Fikrim yok. Sadece kuşlar gelmeye devam ediyor. Yani bu kışı yalnız geçirdim. Geçen yıllarda bir şekilde karıncalar yuva yapardı. Yavrularının önüne yiyecek bırakırdım. Onlar da yuvalarını terk ettiler.”
MA / Dicle Müftüoğlu