ANKARA - PKK Lideri Abdullah Öcalan'ın ortaya koyduğu Demokratik Modernite paradigmasının insanlık için umut ışığı olduğunu söyleyen tutsak Şükran Aydın, bu paradigmaya olan inancın "İmralı Hapishanesi’nin duvarlarını yıkacağını" söyledi.
Rusya-Ukrayna savaşı ve 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e yönelik saldırısıyla başlayan çatışmalar sonrası 3’üncü Dünya Savaşı’nın başladığı birçok kesim tarafından kabul edilmeye başlandı. Dünyayı savaşa götüren ana nedenlerin başında gelen Kapitalist Modernite’nin içine girdiği kriz ve kaos hali de bilinen bir diğer gerçeklik. Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde savaşlar devam ederken krizin bir boyutu da Kürt sorununa dayatılan çözümsüzlük politikası oldu. Kapitalist sistem krizlerini savaşlarla aşmaya çalışırken uluslararası komployla Türkiye’ye teslim edilerek İmralı Cezaevi’ne konulan PKK Lideri Abdullah Öcalan ise Demokratik Modernite paradigmasıyla dünyaya çıkış kapısı sunuyor.
Kapitialist Modernitenin içinde bulunduğu kriz, krizin Kürt sorununa etkisi ve buna karşı sunulan Demokratik Modernite paradigmasının etki ve sonuçlarını Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan Şükran Aydın ile konuştuk.
Bugün dünyanın ve Kapitalist Modernite’nin kriz ve kaos içinde olduğu yönünde birçok tanımlama yapılıyor. 3’üncü Dünya Savaşı'nın sürdüğü bu ortamda kapitalizmin ve egemenlerin bu krizi savaş ve ülkelere müdahale ile aşmaya çalıştığı görülüyor. Bu tarz müdahalelerle bu krizden çıkış mümkün mü?
Burada, sonda söyleyeceğimi baştan belirteyim; elbette bu krizden savaş ve müdahalelerle çözüm geliştirmek mümkün görülmemektedir. 5 bin yıldır toplumların başına bela olan bir erkek-egemen sistem var. Var olan kaos ve kriz durumu aslında, kadın toplumsal değerlerine saldırarak, onları dağıtmaya çalışarak, yaşamaya başladı ve şu anda da dünyayı, yaşamı yaşanmaz duruma getiren de bu zihniyetin kendisidir.
Kapitalist Modernite son 200 yıldır insanlığa büyük kaybettirmiştir. Bir nevi, bu saldırıları ile insanlık değerlerine ihanet ederek var olmuştur. Dolayısıyla yürütülen savaşlarla milyonlarca insanın yaşamını yitirmesine, nice değerlerin kaybolmasına neden olmuştur. Özellikle de etnik-dini grupların arasına şoven-milliyetçi ideolojileri yayarak, birbirleriyle çatıştırıp kanın akmasına neden oluyorlar. Bilim-Teknoloji denetimlerine alarak bir yandan kapitalist tekel güçlerin kâr kazanmasını sağlayarak diğer yandan da savaşları körükleyerek ve savaş sanayisi de büyüterek kazanç elde etmeyi amaçlamaktadır. Bu tarzla da Kapitalist Modernitenin temel güçleri güçlenirken ve karlarına kar katarlarken yürüttükleri savaşlarla da milyonlarca insanın açlıktan ölmesine ve milyonlarca insanın açlık sınırlarında yaşamasına neden olmaktadır.
Bu hegamon güçler, aynı zamanda doğa üzerinde de her tür tasarrufu kendilerine hak görüyorlar. Bunun sonucunda da ekolojinin dengesini yitirmesini sağladılar. Günümüzde yaşanılan en büyük kriz ya da felaketlerden biri de budur. Özellikle de Kürdistan coğrafyasında yaşanılanlar buna örnektir. Her gün sınırsız bir şekilde de doğa kırımı gerçekleştirilmektedir. Kullanılan çeşit çeşit kimyasal silahlarla bir coğrafyada yaşamı felce uğratmaktadırlar. Bu aslında bir coğrafyanın kırımıdır, insansızlaştırılmasıdır ve soykırımın kendisi olmaktadır.
Yaşanılan bunalım-kriz durumu tarihseldir ve ulus devletin iktidarcı karakterinden ileri gelmektedir. Kapitalist modernite doğası gereği antidemokratik olduğundan halkların tarihsel-toplumsal sorunlarına çözüm üretmesi mümkün olmamaktadır.
Dolayısıyla Kapitalist Modernite, ulus devlet iktidar zihniyetiyle var olan sorunların çözümünü geliştirmesi bir yana, tüm sorunların kendi yapısı olduğundan, sorunları sorun haline getirip çözümsüzleri daha da derinleştirmektedir. Çünkü yaşanılan bunalım-kriz durumu tarihseldir ve ulus devletin iktidarcı karakterinden ileri gelmektedir. Zaten küreselleşen kriz durumu da bu realiteden ileri geliyor. Evet, kapitalist modernite doğası gereği antidemokratik olduğundan halkların tarihsel-toplumsal sorunlarına çözüm üretmesi mümkün olmamaktadır.
Önder Apo (Abdullah Öcalan); “Özgürlük Ulus devlet ile gelişecek bir durum olmuş olsaydı, Arapların 22 ulus devleti var” diyerek, yaşanılan çözümsüzlüklerin temelinde ulus devletin olduğuna dikkat çekmektedir. Zaten güncel yaşananlara baktığımızda ulus devletlerin nelere kimlere ve nasıl hizmet ettiklerini daha iyi anlamaktayız.
3’üncü Dünya Savaşı aslında 11 Eylül saldırıları ile fiili olarak başladı ve bu gerçekliktir. Tarihten biliyoruz; başından beri kapitalist hegemon güçler Irak, İran, Suriye, Libya, Mısır ve diğer birçok bölgeye saldırarak ABD'nin dünyada temel Hegemon güç olmasının geliştirmek istediler. Bir nevi Sovyetlerin çözülüşü ile oluşan boşluğu ABD hegemonyasıyla doldurmak istediler. Günümüzde olduğu gibi Taliban ve benzeri terörist-çete örgütlerini devreye koyarak bunu pekiştirmek istediler. Bu konuda teknolojik üstünlükten kaynaklı belli başarılar elde etmiş olmaları inkar edilemez ama siyasal-politik anlamda bir başarıda kazanamadılar. Zira Ortadoğu ve bölge kültürü buna müsaade etmemektedir.
Günümüz açısından yeni enerji hatları, petrol arayışları, nükleer silah tehditleri vb. konularda çok yönlü ve çok tehlikeli bir şekilde yürütülen savaşlar var. Dünya haritalarını yeniden şekillendirmeye çalışıyorlar. Bütün bu olanlar içerisinde bölge halkları ve özellikle Kürdistan halkının pozisyonu önemlidir. Bu anlamda Kürdistan halkı Önder Apo'nun paradigması temelinde Özerk Kürdistan perspektifi ile kendi iradesine tarihsel değerlerine sahip çıkarak süreci belirleyen esas aktör olacaktır.
Kısaca, yıllardır yaşanılan derin çıkmazlara, büyük kriz ve savaşlarla sözde çözüm olmaya çalışan egemen güçler, sorunların ve çözümsüzlük kaynağı kendileri olduklarından, bunalımları derinleştirip toplumlarda büyük umutsuzluklar yaratmışlardır. Önder Apo; “Lozan, sorunlar hep var olsun diye oluştu” demektedir. Dolayısıyla Kapitalist Modernite güçleri kendilerini kurtarıcı olarak toplumlara lanse etseler de maskeleri düşmüş ve sorunları da derinleştirmektedirler.
Topluluklarda, halklarda, yaşanılan büyük alternatif arayışlarda bu gerçekliklerle ilintilidir. Demokratik Modernite paradigması bu nedenle her zamankinden daha fazla sahiplenilmektedir. Şu anda 74 ülkeden daha fazla gelişen bu kampanyalar da bunu doğrulamaktadır. Başta kadınlar olmak üzere toplumun her kesimi kendi geleceğine özgürce yaşamını bu Paradigma da görmektedir. Zira Önder Apo'nun Demokratik Modernite paradigmasında, birbirlerini yok saymadan ötekileştirmeden ve özgür eşit demokratik ilkeler temelinde bir arada yaşamanın adıdır. Bu model salt Kürdistan halkı için değil, Ortadoğu ve tüm dünya insanlığı için umut ışığı olmuştur.
Egemenlerin Ortadoğu müdahalelerinden biri de PKK lideri Abdullah Öcalan'a yönelik uluslararası komploydu. Öcalan tecrit altında tutulduğu İmralı Ada cezaevinde ortaya koyduğu Demokratik Modernite paradigması ile krize çözüm sundu. Bu paradigma, krize ne düzeyde çözüm sundu? Paradigmanın güç ve motivasyon kaynakları neler olur?
“Tarih insanlığın belleğidir” denilir. Bu hakikatten yoksun olmak özünde “Bellekten yoksun olmak” anlamına da gelmektedir ya da resmi ideolojinin tekçi tarih bilgisi ile yaklaşmak toplumsal bellekten hakikatten uzaklaşmak anlamına gelir. Dolayısıyla insan, toplumsal hakikatten ne denli uzaklaşırsa doğasına, toplumuna ve her bir gerçekliğe karşı yabancılaşması anlamına gelir. Önder Apo bundan dolayı “hiçbir bilim dalı tarih kadar üzerinde oynanmamıştır” dedi. Bu anlamda egemen kapitalist temel ideolojisi kendi çıkarları için tarihi kendi ideolojisi temelinde kurgulayarak topluma empoze ederken Abdullah Öcalan; demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigmasıyla tarih, doğa ve toplumu bir bütünen evrensel bir bakış açısını geliştirdi. Kapitalist modernitenin kendi iktidar ve ulus devlet olgusu etrafında şekillendirdiği zihniyet kalıpları karşısında Öcalan, insanlığın karanlıkta bırakılan tarihini ve toplumsal hakikatlerini aydınlatarak, “tarih yaşamın, insanlığın yaşıdır. İnsanlık tarihi de insanın yaşı ve yaşamıdır” diyerek tüm kalıpları aştırmıştır. Dolayısıyla özgürlük hareketi, Kürdistan halkı tüm soykırım saldırılarına rağmen, özgürlük mücadelesi yolunda çok güçlü ve kararlı ilerliyorsa bu Önder Apo’nun demokratik modernite paradigması ile kazandırdığı yeni zihniyetle ilgilidir. Bu kararlılık ve irade temelini geçmişi ve güncelliği tarihsel diyalektik temelinde esas alıp analiz ederek değişimi ve dönüşümü anda gerçekleştirilmesinden ileri gelmektedir.
Öcalan'ın geliştirdiği Demokratik Modernite paradigması politik, siyasal, sosyal, ideolojik ve felsefik olarak tüm dünya insanlığı için güçlü bir toplumsal sistem modelidir. Devlet olmayı hedeflemeyen stratejisi, toplumsallık-toplum değerlere odaklıdır.
Diğer bir yandan egemen sistemler, beyni ve toplum hafızası üzerinde en çok oynadığı manipüle edip hakikatleri muğlaklaştırdığı halk Kürt halkı olmaktadır. Ülkesi, kendisi, kültürü, dili bir anlamda tüm toplumsal değerleri egemenler tarafından yok sayılarak yasaklanmış, asimilasyona tabi tutularak kendisine yabancılaştırmıştır. Bu abartı değildir. Dünyada bu denli köklü bir tarihe, kültüre, nüfusa ve bereketli coğrafyaya sahip olup da bu denli yok sayılan ve her türlü fiziksel-kültürel soykırıma uğratılan bir halk yoktur.
Kısaca Önder Apo bilim ahlakına bağlı kalarak, kuantum fiziği kuramı doğrultusunda ve her yönteminde olumlu yönlerini de alarak özgürlükçü bir bakış açısıyla sadece Kürt tarihini değil insanlığın toplumsal hakikatlerini aydınlatmıştır. Bu anlamda Önder Apo'nun İmralı hapishanesinde geliştirdiği Demokratik Modernite paradigması politik, siyasal, sosyal, ideolojik ve felsefik olarak tüm dünya insanlığı için güçlü bir toplumsal sistem modelidir.
Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü paradigma, ideolojik olarak doğal toplum değerlerine dayanır. Devlet olmayı hedeflemeyen stratejisi, toplumsallık-toplum değerlere odaklıdır. Dolayısıyla coğrafi bir anlamdan ziyade kültürel, politik, siyasal, sosyal ve yaşamsal bir anlam taşır. O nedenle günümüzde insanların içinde bulunduğu ve çözümsüz bırakılan sorunları her geçen gün dünyayı biraz daha yaşanmaz bir yer hale getiriyorken Önder Apo'nun paradigması insanlık için tek umut ışığı olmaktadır.
Bütün bu hakikatlerden kaynaklı Önder Apo'nun üzerinde büyük bir tecrit-işkence politikası uygulanıyor. Çünkü Önder Apo'yu, özgürlük hareketini, başından itibaren kendi stratejik çıkarları karşısında büyük bir tehdit olarak gördüler. Uluslararası komplonun amacı da budur. Uluslararası komplo Kürtlerin sistemli olarak inkar ve imha etmenin uluslararası politikası sistemi ve adıdır. Zaten İmralı Adası'nda uygulanan tecrit politikası da aynı zihniyetin kendisini devam ettirmesidir.
Sonuç olarak Kapitalist Modernite güçlerinin İmralı'da Önder Apo üzerinde uyguladıkları tecrit politikası günümüzde tüm Ortadoğu’ya yayılmış bir politika olmamaktadır. Bir nevi Önder Apo'nun paradigmasının dünya insanlığı tarafından benimsenmesi karşısında tecrit politikasını ağırlaştırarak intikam almayı sürdürüyorlar. Ama Önder Apo “savunmalarım neredeyse ben oradayım” dedi. Nitekim başta kadınlar olmak üzere dünya insanlığı Önder Apo’yu okuyarak, anlamaya çabalayarak İmralı Adası'na doğru akmaktalardır. Her bir toplumsal kesim kendi umudunu Önder Apo'nun paradigmasında gördüğü için dünyanın her bir tarafından damla damla damlayarak sel olup İmralı Hapishanesi’ne akmaktadır. Bu büyük toplumsal sel, inanç ve kararlılıkla İmralı Hapishanesinin duvarlarını yıkacaktır. O vakit Kürdistan’ı ve Ortadoğu'yu aslında dünyayı sarıp sarmalayan bu karanlık perde de yırtılmış olacaktır. Çünkü o vakit yaşam kadın renginde anlam bulacaktır.
Kürt sorununun çözümü noktasında dönem dönem tartışmalar yürütülüyor. PKK lideri Abdullah Öcalan 2019 yılının Ağustos ayında avukatları ile yaptığı görüşmede, ‘sorunu bir haftada çözebileceğini’ belirtmişti. Peki, Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrarın nedeni nedir, salt Türkiye'nin tutumundan mı kaynaklanıyor, iktidar ve egemenler tarafından çözüm neden tecrit ediliyor?
Aslında yukarıda da belli yönlerini açıklamaya çalıştık. Her şeyden önce bunu belirteyim yıllardır ‘Kürt’ ve ‘sorunu’ hep yan yana getirip aslında hakikatin özünün manipüle ettiler. Bu özünde bir ideolojik özel savaş taktiğidir. Yani istediler ki Kürt ve Kurdistan denilince akıllara hep ‘sorun’ gelsin. Bu faşist, İttihat ve Terakki zihniyeti ile toplumlarda bir zihniyet kalıbını yarattılar ki somut göstergesi de Erdoğan’dır. Kürtlerin tarihsel ve toplumsal sorunların çözümü konusunda kendisine sorulan bir soru karşısında, ‘Kürt sorunu mu dedin, düşünmesen yoktur’ yani sorunu görmesen sorun yoktur denmek istenmektedir. Sorunu görmezden gelebilirsiniz ama bir halkın, halk olmaktan kaynaklı yaşadığı tarihsel sorunlarını görmezden gelirseniz bu her şeyden önce tarih ve ahlaka ihanettir. Yani demem odur ki Kürtler ‘sorun’ değiller ama büyük tarihsel sorunları vardır. Devletle, iktidarla sorunları var. İşgalci ile sömürgeci ile sorunları vardır. Zaten tarihsel olarak işgalcileri kabul etmedikleri için Kürtler sorun olarak görünmüyor mu?
Anti-Kürt politikası tarihseldir. Kürt ve Kürdistan inkarı; 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile başlayarak Sykes-Picot Antlaşması ile devam edip Lozan'da imzalanıp ve şu anda İmralı Hapishanesi’nde yürütülen politikanın kendisidir.
Kürt ve Kurdistan gerçekliği aslında son 200 yılın da hikayesidir. Bu anlamda Kürtlerin politik, kültürel ve diğer konularda yaşadıkları tarihsel sorunları yaşanılan tarihsel ve toplumsal gelişmelerden kopuk ele alamayız. Yani tarihsel gerçekler hesaba katılmadan yaklaşmak doğru sonuçları yaratmaz ki 200 yıldır ve özelde 100 yıldır uygulanan politikalar bunu açık olarak göstermiştir. O nedenle diyoruz günceli zaman ve mekandan kopuk ele almak Kapitalist Modernite ideolojisinin tarihsizleştirme yöntemidir. Bu anlamda Kürdistan'ın jeopolitik konumundan da kaynaklı olarak Kürtler yaşanılan tüm zamanların tahribatlarını en derinden yaşayan halkların başında gelmektedir. Ama her zaman içinde kendisine dayatılan asimilasyon ve inkar politikalarını hiçbir zaman kabul etmemiş, her fırsatta direnmeyi esas almıştır.
Genel olarak Kapitalist Modernite güçlerinin Ortadoğu'ya ve özelde Kürdistan'a dönük politikaları çıkar eksenli ve uzun vadelidir. Tüm politikaları anti-Kürt gerçekliği üzerinden kurgulanmıştır. Bu anti-Kürt politikası tarihseldir. Kürt ve Kürdistan inkarı 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması ile başlayarak Sykes-Picot Antlaşması ile devam edip Kahire Konferansı ile somutluk kazandırılarak Lozan'da ise imzalanıp ve şu anda da İmralı Hapishanesi’nde yürütülen politikanın kendisidir. Özellikle de Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda ortak Vatan anlayışıyla katılan Kürtler, Lozan'la beraber artık geçmişi olmayan ilkel ve vahşi olarak tanımlanmaya başlanıyor. Yine uygulanan Şark Islahat Planı ile Kürt dili, kültürü yasaklanarak Kürtçe konuşanlar ağır cezalara maruz kalıyorlar. Kürtleri yok saymak için nice akıl dışı teoriler ürettiler. Varlıkları yok sayılarak fiziksel ve kültürel soykırıma, asimilasyona tabi tutuldular. Günümüzde en küçük bir hak arayışının, ‘ülkeyi bölmek istiyorlar’ denilerek herkesi ‘terörist’ ilan edilmesi bu tarihsel faşist zihniyetten kaynağını almaktadır. Aynı faşist inkar zihniyeti İran'da, Suriye'de, Irak'ta da uygulanan bu güçler güncelde görüldüğü gibi uzlaştıkları temel nokta anti-Kürt politikası olmaktadır.
Egemen, küresel güçler esasında Türk-Kürt, Arap-Kürt, Fars-Kürt barışını kendi stratejik çıkarlarına karşı bir tehdit ve baraj rolünü oynadığını gördükleri için, inkar-imha politikalarını sürdürmeyi esas alıyorlar. Onlar, çıkarları için kendilerine bağımlı kıldıkları, kendilerine mecbur bıraktıkları zayıf devletleri, politik-siyasi ve askeri olarak yönlendirmek daha kolay. Zaten bundan dolayı özgür Kürd’ün inkarında ısrar ediliyor. Tecritte bu denli ısrarın nedeni de bu gerçeklikten ileri geliyor.
Kürt ve Kürdistan realitesini inkar temelinde alınan tarihsel kararlar, 1987'de NATO-Gladio öncülüğünde güncellenerek devam ediliyor. ABD öncülüğünde de gelişen Uluslararası Komplo da bu güncellenen imha kararları temelinde gerçekleşmiştir. Komplo bölgesel güçlerin de en büyük desteğini alarak gerçekleşme şansı bulmuştur. Bu bölgesel işbirlikçi, ajan yapılar günümüzde medya savunma alanlarında da faşist, işgalci Türkiye Cumhuriyeti de öncülük yaparak istihbarat sağlayarak koşulsuz desteğini sunmaya devam etmektedir. Zira bu ajan, işbirlikçi yapılar Önderliği ve özgür Kürdü kendi iktidarları ve çıkarları için tehlike olarak gördüklerinden her bir çatışma ortamını kendi var olmaları için fırsat olarak değerlendirmektedirler. Yani stratejik olarak anti-Kürt politikası temelinde uzlaşan statükocu güçler, Kürtlerin tarihsel sorunlarını sözde tartışılıyor anlamında gündemde tutarak kendini bölgede daha fazla hakim kılmaya çalışmaktadır. Esas alınan yöntem Kürt realitesini gündemleştirip bölgedeki güçleri de tehdit ederek stratejik politikalarını gerçekleştirme arayışını sürdürmektir.
Doğrudur, güncelde çeşitli kesimler tarafından Kürt gerçekliği tartışılıyor. Ama günümüz realitesinde salt tartışmalı stratejik çözümler yaratmaya yetmemektedir. Elbette tartışılıyor olması anlamlı ve önemlidir. Ve bu aşamaya gelmesi büyük fedakarlıklar, büyük bedeller sonucunda olmuştur. Her şeyden önce Önler Apo'nun büyük emek ve çabası olmaktadır. Fakat Önder Apo’nun, “Bir haftada çözerim” demesi karşılığında verilen cevap, süreklileşen işkence sistemi oldu. Yani Kapitalist Modernite ve bölgesel güçlerin verdiği cevap İmralı hapishanesinde tecridi ağırlaştırmak, süreklileşen bir işkence politikasını uygulamaktır. Bir nevi tarihte olduğu gibi Kürtlerin inkar ve imhasında ısrar etmektir.
Tekraren de olsa vurgulamak isterim ki Kürtlerin tartışılıyor olması önemlidir fakat yaşanılan tarihsel, toplumsal sorunların çözüm bulması anlamını taşımıyor. Lozan'da da Kürtler tartışıldı ama 100 yıldır yaşanılan tüm felaketler bu kararların sonuçlarıdır. O nedenle bir halkın halk olmaktan kaynaklı olarak kültürel, siyasal, politik ve sosyal sorunları tartışılırken her şeyden önce onun politik iradesinin esas alınması gerekir. Dolayısıyla Kürtlerin tarihsel sorunları tartışılıp doğru çözüm bulması için tek muhatap, politik irade Önder Apo’dur. Kürt halkı da kendi varlığını, özgürlüğünü, geleceğini ve umudunu Önder Apo’da görüyor. Bu anlamda Önder Apo’ya yaklaşımı, kendisine yaklaşım olarak ele alıyor ve mücadelesinde kararlılıkla yol alıyor.
"Demokratik Özerklik”, Kürtlerin statüsü noktasında yürütülen her tartışmada özgürlük ve statü talebi neden “savaş” gerekçesi yapıldı, Demokratik Özerklik nedir, kısaca tanımlarsak bir savaş gerekçesi midir?
Halk arasında kullanılan bir deyim var; ‘Güneş balçıkla sıvanmaz.’ Günümüzde özerklik talebi dillendirdiği zaman hemen ‘bölücülük’ ile damgalansa da özerklik sistemi toplumların özünde var olan bir gerçekliktir. Somut olarak özerklik sistemi Kürdistan'da öteden beri var olan bir idari uygulama biçimidir. O yüzden inkâr edilse de ‘bu yoktur, yaşanmamıştır’ denilse de toplumların doğasında olan bir gerçekliktir. Özerklik sistemi Kürtler açısından son yüzyıldır engellenmiştir, inkar edilmiştir.
1924 Anayasası ile tekçi, faşist zihniyetin hakim olmasıyla son özerk bölge olan Dersim’de katliam gerçekleştirilerek son Özerk Kürt bölgesi de böylece ortadan kaldırılmıştır. Bir nevi özerkliği ortadan kaldıran cumhuriyetin kendisidir.
Türkiye’nin kuruluşunun temel özelliğini taşıyan 1921 Anayasası’dır. ‘Amasya Protokolü’ olarak imzaladığı protokolde 1921 Anayasası'nın özünü oluşturuyor. Bu protokolde kurulan cumhuriyetin ilk sosyal, siyasal, politik ve kültürel sözleşmesi olarak nitelendirilebilir.
Osmanlı döneminde Kürtlerin tarihsel-toplumsal olarak inkarı söz konusu değildir. Anayasal düzeyde tanınmış, ekonomik olarak toprak ve miras haklarını garantiye alınması sağlanmıştır. Direkt olarak asimilasyon politikası farz edilmemiştir. Kürtler de diğer halklar gibi dil, kültür ve diğer alanlarda doğal gelişimini devam ettirmiştir. Ama Osmanlı'nın dağılması, beyaz Türkçü zihniyetin egemen olmasıyla tüm halklar için artık yepyeni bir süreç başlamıştır. Bu zamanlar aslında dünya çapında da yeni gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Dünya savaşları sonrasında imparatorlukların dağılması ve Ekim Devrimi’nin etkisiyle ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ anlayışı birçok kesimi etkilemiştir. Aynı zamanda Wilson Prensipleri temelinde ABD ulus-devlet yaratma arayışını tamamlamaktadır. Yani kısaca birçok gelişmenin iç içe geçmesi sonucu olarak dünyada hızla ulus-devletler ortaya çıkmaya başlıyor.
Türkiye’nin kuruluşunu da tüm bu gelişmelerden kopuk ve bağımsız ele alamayız. Burada özellikle de 1921 Anayasasına dikkatleri çekmek isterim. Zira Türkiye’nin kuruluşunun temel özelliğini taşıyan 1921 Anayasası’dır. Bir yönüyle Kurtuluş Savaşı'na katılanların ortak sözleşmesi olarak da adlandırılabilir. Yine Mustafa Kemal'in Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra Amasya ziyareti var. ‘Amasya Protokolü’ olarak imzaladığı protokolde 1921 anayasasının özünü oluşturuyor. Bu protokolde aynı zamanda kurulacak olan Cumhuriyet'in ilk sosyal, siyasal, politik ve kültürel sözleşmesi olarak nitelendirilebilir. Bu protokolde, ‘Kürtlerin özgür biçimde gelişimlerini sağlayacağı, ırksal ve sosyal haklarının tanınacağı’ açıkça taahhüt ediliyor. Aynı zamanda, ‘Vatan Türklerin ve Kürtlerin oturdukları topraklar’ şeklinde tanımlanmaktadır. Yine Mustafa Kemal Büyük Millet Meclisi Başkanı sıfatıyla El Cezire bölge komutanına gönderdiği ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ politikasını belirleyen talimatnamede Kürtler ve Kürdistan gerçekliğini tanımaktadır. Buna bağlı olarak 10 Şubat 1922 tarihinde meclisin gizli oturumunda ‘Kürdistan'a özerklik verilmesine ilişkin kanun’ kabul edilir. 18 maddelik olan bu kanun 64’e karşı 373 oyla kabul edilir. Evet, uygulama şansın bulmayan bu özerklik kanunu da ve bütün bunları dillendiren M. Kemal de resmi tarihin sansürüne tabi kılınarak inkara maruz bırakılmıştır.
Tarihten de biliyoruz ki bu özerklik olgusu topluluklar içerisinde öteden beri uygulanagelen bir sistem ve bir gerçekliktir. Yukarıda da belirttik; Osmanlı sürecinde de Kürtler özerk olarak, özerk bölgelerde yaşamışlardır. Bu gerçeklik bizzat M. Kemal tarafından da defalarca dinlendirilmiştir. Ancak günümüzde özerklik talebi dinlendirildiği zaman hemen ‘vatanın birlik ve bütünlüğünü bozma’, ‘terörist’, ‘bölücü’ olarak damgalanmaktadır. Zaten Rojava'ya bu denli saldırmasının temelinde de ‘vatanı bölecekler’ paranoyası yatmaktadır. Güney Kürdistan açısından da aynı zihniyet söz konusu. Fırsat bulsalar zaman kaybetmeden federal yapıyı hemen ortadan kaldırmak isterler. Zaten fiili olarak şu anda faşist Türkiye'nin Güney'in işgal etmediği alanı yok gibidir. Bir nevi orayı yöneten MİT-Fidan-Yaşar-Güler olmaktalar. Başından beri Güney Kürdistan federal sistemi, onların içlerinde büyük bir yara açmış. Onlar için büyük bir derttir ki ‘Kuzey Irak'ta yaptığımız hatayı Kuzey ve Doğu Suriye'de yaşanmasına izin vermeyiz’ demelerinin temelinde bu gerçeklik yatmaktadır. Dolayısıyla çok açıktır ki TC'nin kuruluşundan şimdiye kadar varlığını sürdürmesinin temelinde yatan şey, Kürt ve Kürdistan üzerine uyguladığı stratejik inkar ve imha siyasetidir. Yani Özgür Kürde tahammül edemiyor. O nedenle de dünyanın neresinde olursa olsun söz konusu Kürtler olunca her türlü saldırıyı kendisine meşru görüyor.
Başa dönersek devlet olmadan da toplumlar vardır dedik, toplumlar kendi kendilerine dayanarak kültürel, sosyal, ekonomik, politik ve öz savunma anlamında kendilerini örgütleyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Devlet-iktidar zihniyeti de topluluğun kök hücresi olarak nitelendirdiğimiz bu politik-ahlaka saldırarak bu örgütlülüğü dağıtarak kendisini inşa etti. Topluluklar, kadın öncülüğünde ve politik-ahlaki ölçüler temelinde kendi iç örgütlenmelerini yaparak yaşamasını bilmişlerdir. Yani günümüze kadar da tüm baskı ve yok etme saldırılarına rağmen kendisini var etmeyi başarmışlardır. Zaten toplumun kök hücresi olması gerçekliği bu hakikatten ileri gelmektedir. Bu anlamda Rojava'da somut olarak Efrin, Cezire ve Kobanê özerk, kanton bölgelerin oluşturulması örgütlendirilmesi yaşanan tarihsel değerlerin güncelle harmanlayarak yaşam bulması anlamına gelir.
Özerklik sistemi, yerel kültürlerin özgürce kendini ifade ettiği, kendi kendini yönettiği, yerel yönetim anlayışına dayalı idari bir sistemdir. Bu özelliklerinden kaynaklı olarak her şey kendinde merkezileştiren ulus devletler, bu sistemi ortadan kaldırma arayışına girdiler. Ama tarihten günümüze kadar demokratik uygarlık değerlerine sahiplenerek; direnen haklar direnişleri ile buna izin vermemişlerdir. Özellikle de yakın tarihe kadar da Fransa emperyalizmi öncülüğünde her bir yöntemle ve bu değerleri yok etmek için uğraş içinde oldular. Fakat başarılı olamadılar. Biliniyor ‘tek vatan, tek ulus, tek dil’ teorisi Fransa öncülüğünde gelişiyor. Fakat toplumsal direnişler bu siyasal faşist sistemlerini uygulamalarına zemin vermedi ve aştırmak zorunda bırakıldılar.
O nedenle bugün ABD'de Avrupa Birliği ülkelerinde, Çin'de, Rusya ve benzeri ülkelerde Özerk-otonom-Kanton sistemi belli ölçülerde uygulanmaktadır. Fakat tarihte yaşanılan ve dünyada uygulanan bir sistem olmasına rağmen; Kürdistan'da, Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinde uygulanmasına izin verilmemesinin temelinde ‘Halklara karşı duyulan tarihsel ve stratejik düşmanlıktan’ ileri gelmektedir.
Özerklik sistemi, devlet zihniyetinin barındırmamaktadır. Var olan tüm sorunların aşılması ortak- eşit barış ve özgürlük içinde bir arada yaşamak için; felsefi, politik ve siyasi anlamda güçlü bir perspektife sahiptir. Kürt halkı başta olmak üzere; diğer tüm halkların halk olmaktan kaynaklı kimlik, dil ve kültürel haklarını özgürce ve demokrasi içinde yaşaması anlamına gelmektedir. Ana dilden her türlü ihtiyacın, aracın özürlü temelinde geliştirilmesi ve kültürel hakların gelişimini sağlayan bir sistem olma özelliğini taşımaktadır. Dolayısıyla özerklik sistemi; tüm halkların, cinsiyetlerin kendi kimliğiyle dil ve kültürleri ile, demokratik yaşam içinde özgürce yaşamasının adıdır. Var olan siyasi sistemde olsun, eyalet veya farklı bir idari sistem de olsun, özerklikte topluluklar kendisinin demokratik iradesini temsil edecek ve sorunlarını aşacak yerel yönetimleri ve yerel meclisleri olacaktır.
Ulus devletin tekçi ve monoton zihniyeti karşısında demokratik özerklik; farklı dilleri, kültürleri ve dini-inanç toplulukları, zenginlik sayar. Kürdistan jeopolitik yapısıyla buna örnektir. Beraber yaşadıkları Süryani, Ermeni, Arap, Türkmen ve diğer halklarla özgürce demokrasi içinde ve bir arada yaşamasını zenginlik olarak sayar. Bu anlamda özerklik kapsayıcıdır ve tüm halkların kendi sorunlarını çözüme kavuşturacakları bir sistem olmaktadır.
Özerklik sisteminin geliştirilmesi; var olan ülkenin de demokratikleşmesi anlamına gelir. Önder Apo, buna ‘Demokratik Türkiye, Özerk Kürdistan’ dedi. Bundan dolayı Kürdistan ve Ortadoğu'da, devlet sınırları içinde geliştirilebilecek özerk sistem ile tüm halklarla beraber ortak yaşamı inşa etmek ve yaşanılan tüm toplumsal sorunların çözüm bulması için anahtar rolünü oynamaktadır. Türkiye'de ve bölgede Kürtlerin tarihsel sorunlarının varlığı bir gerçekliktir. Türkiye Cumhuriyeti 100'dür bu realiteyi görmezden gelerek, politika geliştirdi Önder Apo'nun tüm çözüm çabalarına karşı Şark Islahat Planı’nı güncelleyerek, Kürdistan'da soykırımı gerçekleştirmeyi sürdürmektedir. Kürdistan illerine; tankla, topla, uçakla saldırıp çocuk yaşlı demeden, bodrum katlarında insanları zehirleyerek, tarihsel düşmanlık politikasını sürdürmüştür. Rojava'da tüm alt ve üst yapılar, bombardımana tabi tutularak; bölgeyi insansızlaştırmayı amaçlamaktadır. Cemile bebeğin küçücük bedeninin buz dolabında saklanması, Taybet Anamızın cenazesinin günlerce sokak ortasında kalmasına sebep olan da bu gayri ahlaki, gayri insani, azgın düşmanlığı sonucudur.
Efrin’de soykırım uygulayıp, demografisini de değiştirerek bu tarihsel düşmanlığını zirveye taşımıştır. Ama Kürt halkı; ‘Ne olursa olsun sonu muhteşem olacak’ diyen ve efsaneleşen evlatlar yetiştiren bir halktır. Tüm saldırılara rağmen; tarihte olduğu gibi kadınlar öncülüğünde Kürtler ve diğer tüm halklar gelişen her tür saldırı karşısında kendi özerk sistemlerini, öz iradeleri ile kararlıca koruyarak, tüm dünya insanlığı için güçlü model olmayı sürdüreceklerdir.
MA / Dicle Müftüoğlu