İZMİR - Kızıldere direnişinin 52 yıldır devrimci mücadeleye can verdiğini söyleyen Ertuğrul Kürkçü, Kurdistan’da her hafta, her ay adsız Kürt gençlerinin kahramanı oldukları Kızıldereler yaşandığını ifaede etti. Kürkçü, "Kızıldere’nin mirası, bu 'dereler'de de akıp gidiyor, miras bizden zihnimizi ve kalbimizi bu dereleri birlikte kucaklayacak kadar genişletmeyi bekliyor" dedi.
Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKP-C) Lideri Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmesinin üzerinden 52 yıl geçti. Çayan ve arkadaşları, Türkiye devrimci hareketinin önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan hakkındaki idam kararının önüne geçmek için 27 Mart 1972'de Ordu Ünye'deki NATO üssündeki yabancı görevlileri esir aldı. Esir alınan görevliler karşılığında Gezmiş, Aslan ve İnan’ın serbest bırakılması istendi.
Çayan ve arkadaşları ile rehinelerin bulunduğu Tokat’ın Kızıldere köyünde bulunan ev, 30 Mart 1972’de askerler tarafından ablukaya alındı. Askerlerin “teslim ol” çağrılarına karşı “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” sözleriyle karşılık veren Mahir Çayan, arkadaşları Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ahmet Atasoy, Ertan Saruhan, Sabahattin Kurt ve Nihat Yılmaz ile birlikte katledildi. Rehineler ise çatışma sırasında yaşamını yitirdi.
Devrimci dayanışmaya karşı devlet saldırısından sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü ile Kızıldere'nin anlamını, bıraktığı mirası ve devrimci mücadeleyi konuştuk.
Kızıldere’nin üzerinden 52 yıl geçti. Kızıldere bugün ne anlam taşıyor, nasıl bir miras bıraktı?
Kızıldere katliamı ve direnişi, Türkiye’nin 1970’ler başında dünya kapitalist sistemine entegrasyonu karşısındaki direnç merkezlerinin yok edilmesini hedefleyen dönemsel uluslararası operasyonun, Türkiye devrimci hareketinin 1965-71 arasında yetişen öncü kuşağının trajik bir biçimde imhasıyla sonuçlanan sonuncu halkasıydı. Kızıldere yalnızca kendi başına yalıtık bir çatışmadan ibaret değildi. Türkiye’yi bugün içine düştüğü diktatöryal rejime doğru adım adım taşıyan zamana yayılmış otoriter müdahaleler sürecinin ilk halkası olan 12 Mart askeri müdahalesine direnişin en zalimane gözdağıydı. Kızıldere katliamı 1965-71’in “barışçı” demokratik ve sosyal dönüşüm mücadeleleri döneminin Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarıyla birleşen trajik kapanış sahnesiydi. Öte yandan 12 Eylül 1980 darbesi ve olağanüstü rejimlerin birbirini izleyeceği uzun reaksiyon döneminin kostümlü provası, ordunun kendi yurttaşlarına karşı savaşının gerçek silahlarla yürütülen tatbikatıydı.
Ancak, Kızıldere katliamı ve onu önceleyen sıkıyönetim rejimi, işçi hareketinin bastırılması, DEV-GENÇ, TİP ve Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının kapatılması, kontr-gerilla işkenceleri, bunları yapanların öngöremeyecekleri bir sonuç verdi. Bekleniyordu ki “başı kesilen” devrimci hareket bir daha kendine gelemeyecek. Düşünülüyordu ki kitleler ibret alacak ve bir kez daha Türkiye topraklarında böyle bir başkaldırı çağı yaşanamayacaktı.
Kızıldere’de devrimciler katledildi, Deniz, Yusuf, Sinan idam edildi. Döneme etkileri neler oldu?
Katliamların baş oyuncuları yaşarken öldüler. Katledilenler öldükten sonra yaşamaya devam ediyorlar.
Türkiye ve Kurdistan’da özellikle gençliği apansız politikaya uyandıran bir gök gürültüsü etkisi doğurdu. Hiçbir önyargıyla sakatlanmamış milyonlarca insan, gözlerinin önünde canları alınanların haklı bir dava uğruna dövüştüklerini idrak ettiler. Sonra o uğruna dövüşülen davayı kendi davaları kıldılar. 1974 sonrasında doğan devrimci hareketlerin hemen hepsinin vicdanında bir Kızıldere tohumu, her gencin kalbinde burada hayatlarını kaybedenlere yönelik muazzam bir sevgi, tutku ve özenme vardır. Sonuçta yarım asrın bilançosu; katliamların baş oyuncuları yaşarken öldüler, katledilenler öldükten sonra yaşamaya devam ediyorlar.
Kızıldere'nin arkasında bıraktığı miras belki de en çok bugün konuşulması gereken şey. Siz mevcut sol-sosyalist tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Günümüzün sol-sosyalist tablosunda iz bırakan geçmişteki tek sahne Kızıldere Katliamı/Direnişi olamaz elbette. Bu dönemde resmi güçlerin yanı sıra paramiliter yapıların da karıştığı boğaz boğaza süregiden bir altüst oluştan geçiyoruz. Sol, bu mücadeleler içinde kendisini yeniden kurmak için gereksindiği nispeten uzun ve istikrarlı bir “barışçı gelişme" dönemini hiç yaşamadı. Oysa Kızıldere öncesinde, 1962’den başlayarak 1965-71 arasında nispi bir demokratik alan üzerinde süren politik mücadeleler döneminde sol, önceki 40 yılın açığını hummalı bir biçimde kapatmaya girişmiş, her gün sürekli ilerlemiş ve kültürel hayata damgasını vurmuştu. 1960’lar sonrasında sol, adım adım milliyetçilikten enternasyonalizme, halkçılıktan sınıf mücadelesine yükseliş trendi gösterdi. Fakat Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla eş zamanlı olarak süre giden "kirli savaş" koşullarında bu durumun tersine dönmekte olduğunu, dünyayı kuşatan gericilik ikliminde popülizm ve milliyetçiliğin Türkiye solunun önünü kesmekte olduğunu gözlemliyorum. Bu iklimde umut veren en önemli gelişme, Kurdistan ve Türkiye devrimci hareketlerinin yarattıkları ortak politik ve sendikal alanlar olarak görünüyor.
Bahsettiğiniz bu ortak alanlara, Kızıldere'nin mirası olarak bakılacak olursa. Bu mirasa nasıl sahip çıkılabilir?
Kürtlerin özgürlük mücadelesinin neredeyse 40 yılı bulan son dönemi boyunca Kurdistan’da her hafta, her ay adsız Kürt gençlerinin kahramanı oldukları Kızıldereler yaşanıyor.
“Kızıldere’nin mirası" denildiğinde en önce ve somut olarak THKP-C ve THKO’nun “silahlı mücadele kardeşliği” akla gelse de mirası buraya özgülemek, “silahlı mücadele” olmadığında bir kardeşlik modelimizin olamayacağını ima ediyor ister istemez. THKO ve THKP-C’nin yolları farklı program ve politika tercihlerine karşın daha çok dönemsel mücadele tarzı tercihleri bakımından kesişmişti. Ama biz Kızıldere’den önce de “kardeştik”. Hepimiz DEV-GENÇ’in paltosunun altından çıktık. O zaman sıfatı böyle olmasa da gerçekten “çoğulcu” bir devrimci gençlik hareketinin içinden geldik. Bu maddi ve nesnel kitlesel “kardeşlik” zeminlerini ihya edip çoğaltmak hareketin kendi seyri içinde pek çok başka “kardeşlik” modellerini besleyecektir. Ben mirası yeniden üretmenin imkanlarının burada olduğunu düşünüyorum. Öte yandan Kürtlerin özgürlük mücadelesinin neredeyse 40 yılı bulan son dönemi boyunca Kurdistan’da (hem Bakur hem Rojava’da) her hafta, her ay adsız Kürt gençlerinin kahramanı oldukları Kızıldereler yaşanıyor. Kızıldere’nin mirası, bu “dereler”de de akıp gidiyor, miras bizden zihnimizi ve kalbimizi bu dereleri birlikte kucaklayacak kadar genişletmeyi bekliyor.
Dönemin devrimci dayanışması devam ediyor mu?
Kızıldere’de hayatlarını verenleri omuz omuza getiren koşullar, onu önceleyen en az 5 yıllık dönemde, hayatın olağan akışı içinde, bir öğrenci yoldaşlığı ikliminde oluşmuştu. Öte yandan Asya, Afrika ve Latin Amerika’da yükselen kurtuluş hareketlerinin öğretisi, bilgisi, deneyimleri ve mücadele haberleri her gün bu iklimi durmaksızın besliyordu. Nihayet 1968’in bütün kıtaları kat eden devrimci dalgası üzerinde hep yükselen kitlesel moral, herkesi “dağları devirmenin mümkün olduğu” duygusuyla donatıyordu. Bu koşullar kendi zamanına özgüydü. “Aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz” diye boşuna denmemiş. Ancak bu, yeni ve öncekileri aşan yükseliş dönemleri olmayacağı anlamına gelmez. Hatta öyle olması bir bakıma kaçınılmazdır. Büyük olasılıkla Kurdistan ve Türkiye’de bu süreçler eş zamanlı olarak gerçekleşmeyebilir. Ama devrimci ve enternasyonalist politikaya da farklı ritimlerde yürüyen mücadeleler arasında bağ kurmak ve ortak bir maddi güce ulaşmak için gerek var. Rojava’nın kurtuluşuyla dayanışma günlerinde bunun mükemmel bir örneğini verdik. Şimdi bunun bedelini ödüyoruz, hapiste ve sürgünde ama değiyor.
PKK Lideri Abdullah Öcalan, “Mahir Çayan'ın emanetini HDP'ye teslim ediyorum” demişti. Hem Mahir’lerin mücadele arkadaşı hem de HDP Onursal Başkanı olarak, bu tarihsel ifadeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öcalan, Kurdistan ve Türkiye halkları arasında bir ortak mücadele imkanının mevcudiyetine dair sağlam bir kanaate sahip ola geldi.
Öcalan, Kurdistan devrimci hareketi ile Türkiye devrimci hareketi arasında iki nedenle önemli bağ oluşturuyor. Birincisi, Kurdistan’da modern bir kurtuluş hareketi örgütlemeye girişirken Türkiye devrimci hareketinin, özellikle THKP-C’nin politik anlayışından -belki de tavrından- önemli ölçüde esinlenmiş, ama onu taklit etmeye değil, onun hata ve eksiklerinden de ders çıkartarak kendi yolunu çizmeye girişmişti. Öcalan’ın sonraki bütün mücadelelerinde 1970-72 arasında tanık olduğu ve dayanışma içine girdiği Ankara’daki devrimci hareket ortamında edindiği deneyimler önemli rol oynadı. Bunun da ötesinde Öcalan, Kurdistan ve Türkiye halkları arasında bir ortak mücadele imkanının mevcudiyetine ve bunun liberal değil, devrimci hareket zemininde gerçekleşebileceğine dair sağlam bir kanaate sahip olageldi.
“Mahir Çayan'ın emanetini HDP'ye teslim ediyorum” ifadesi, HDP’nin kuruluşunda bir araya getirilen bütün damarların yasal ve parlamenter bir form içinde de olsa devrimci özle donatılması ihtiyacının dışavurumuydu. Ortak siyasi hareketimizin, devrimci geçmişimiz üzerinde yükselmesi ve o mirasla beslenmesi gereğine alçakgönüllü ve diğerkamca bir gönderme olarak görmek gerekir. Öcalan’ın kuruluştaki bu müdahaleleri, HDP’nin siyasi yolculuğuna liberalizm ve milliyetçiliğin etkilerinden uzak ve zihin açıklığıyla başlamasının en önemli kaynakları arasındaydı.
MA / Tolga Güney