ANKARA - "AKP'nin Kürt karşıtı politikasının merkez üssü İmralı’dır" diyen Sebahat Tuncel, Kürt sorununu “terörizm” bağlamında ele alan anlayışın aşılması gerektiğini vurguladı. Tuncel, "Kürtlerin varlığını tanıyacak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var" diye kaydetti.
İç siyasette derinleştirilen kutuplaşma ve Ortadoğu’da ulus devlet anlayışının giderek uzlaşılamaz bir hal almasıyla birlikte, AKP-MHP ittifakı da savaş siyasetiyle iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Türkiye’de devam eden toplumsal ve siyasal tüm krizlerin başat nedeni olarak ifade edilen ve yüz yıllık Cumhuriyet tarihinde “çözümsüz” bırakılan Kürt sorunu, her seçim atmosferinde belirgin bir şekilde kendini hissettiriyor. Türkiye ve Kurdistan halkları, böylesi bir ortamda 31 Mart 2024 tarihinde gerçekleşecek olan Yerel Seçimlere hazırlanıyor. AKP-MHP ittifakının İmralı Adası’nda PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük devreye koyduğu mutlak iletişimsizlik halinin “toplumsal tecrit” haline dönüştürüldüğü bir ortamda seçimlere gidiliyor.
İktidarın bu politikalarının bir parçası olan Kürt siyasetçilere yönelik siyasi soykırım operasyonlarıyla 2016 yılında tutuklanan Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel, günümüzde küresel bir hal alan Kürt sorununun eski anlayış ve yöntemlerle çözülemeyeceğini belirterek, “terörizm” anlayışının aşılması gerektiğinin altını çizdi. AKP iktidarının Kürt karşıtı siyaetinin merkez üssünün İmralı Adası olduğuna işaret eden Tuncel, Türkiye’de bir barış hareketine ihtiyaç olduğunu vurguladı.
Sebahat Tuncel ile tutukluluk halinin sürdürüldüğü Kobanê Davası, İmralı tecridi ve Kürt sorununda çözümsüzlük politikaları ile Ortadoğu’daki güncel gelişmelere dair Mezopotamya Ajansı’nın sorularını yanıtladı.
“İntikam davası” olarak tanımladığınız Kobanê Davası yargılamasında yakın zamanda açığa çıkacak “karar” ile iktidar ne kazanacak? Sizler ve Kürt halkı açısından bu kararın karşılığı ne olur?
Kobanê Davası’nın bir kumpas davası olduğu, iktidarın Kürt ve sosyalist muhalefetini ortadan kaldırmak için kurguladığı gerçeğini herkes biliyor. Sonucu başlarken belli olan bir yargılamanın adil ve bağımsız yargının kararlarıyla verilmediği, asıl kararın Erdoğan ve Bahçeli tarafından verildiği kamuoyuna yansıyan açıklamalardan da görülmektedir. Yargının bağımsız olmadığı, siyasi iktidar tarafından kendi politikalarının hayata geçirilmesinin bir aracına dönüştürüldüğü, en son Şerafettin Can Atalay hakkında AYM’nin verdiği kararın yerel mahkeme ve Yargıtay tarafından tanınmaması, ardından yaşanan gelişmelerde görülmektedir. Yargı mekanizmasının Kürt söz konusu olduğunda aldığı kararların AKP-MHP-Ergenekon ittifakının Kürt politikası doğrultusunda olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Türkiye’deki yasama, yürütme, yargı erki, tek elde biriktiğini, yargı bağımsızlığının bir yalandan ibaret olduğunu, Türkiye’de yaşayan herkes biliyor ki o nedenle yargıya güvenmiyor. Yargı bağımsızlığı gerçeğin üzerini örtmenin bir sloganına dönüşmüş durumda. Türkiye yargısının içine düştüğü, düşürüldüğü durum Türkiye’yi hukuksuzluklara itiraz edilmemesi, haksızlığa göz yumulması zamanla bu hukuksuzluğun tüm topluma yayılmasına yol açtı. Yargının siyasallaşması, rejimin krizini de derinleştirmiştir. Kobanê Davası’nda da açığa çıktığı gibi, Anayasa, uluslararası mahkeme kararları keyfi olarak iktidarın istemleri doğrultusunda askıya alınmaktadır. Yargı etiği ortadan kalkmıştır, şeklen yargılama yapılmaktadır. Artık yargılamanın amacı gerçeği gizlemektir.
Türkiye’de çok uzun süredir mahkemeler adaleti sağlamaktan uzaktır. Türkiye yargısı da Nazi Almanya’sı gibi ayrımcı, Kürt kimliğini tehlike ve tehdit olarak görmek eğilimindedir.
Kobanê yargılamasının bir boyutu da kadın özgürlük çizgimizin hedef alınmasıdır. Kadın çalışmalarının, eş başkanlık, eşit temsil ve kadına dönük şiddete karşı mücadelenin yargılamaya konu edilmesi, iktidarın kadın özgürlük çizgimizi tehlikeli görmesi ve kendi bekası önünde engel olarak görmesiyle ilgilidir. Kısacası Türkiye’de çok uzun süredir mahkemeler adaleti sağlamaktan uzaktır. Türkiye yargısı da Nazi Almanya’sı gibi ayrımcı, Kürt kimliğini tehlike ve tehdit olarak görmek eğilimindedir. Nazi Almanya’sının hukuk teorisine egemen olan ırk ideolojisi günümüz Türkiye’sinde de kendisini göstermektedir. Kürtlerin, Kürt siyasetçilerin yargılandığı davalar, kayyım rejimi, Kürt partilerinin, kurumlarının kapatılması bu “ırk temelli” yaklaşımın bir sonucudur. Kürtler anayasal yurttaşlıktan dışlanmıştır. Kürt kimliği, kültürü, coğrafyası “sözde” ön eki ile ifade edilir hale gelmiştir. Hukukun görevi Joseph Gobbels’in deyimiyle, “Devlet iç düşmanlarını en verimli şekilde uzaklaştırmalı ve tamamen yok etmelidir. Yargıcın, sanığın suçluluğuna ikna edilmesi gerektiği fikri tamamen terk edilmelidir. Yasanın amacı devletin bekasıdır.”
Türkiye’de de devletin bekası için Kürt düşman ilan edilmiş, hukuk düşmanı alt etmenin bir yolu olarak görülmüştür. Kobanê Davası da bunun bir parçasıdır. Verilecek karar ne olursa olsun, siyasi olacaktır. Belki bu kadar iktidarın hanesine “kazanım” olarak yazılabilir ancak Türkiye halkları için demokrasi için bir kayıptır. Demokratik hukuk düzeninin, toplumsal barışın, barış olanaklarının ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. İktidarın yargı eliyle Kürtlere karşı yürüttüğü saldırılar karşısında Demokratik, Ekolojik, Kadın Özgürlükçü siyasetimiz, halkımızın eşitlik ve özgürlük mücadelesi kararlılıkla savunulmaktadır. Direniş çizgisi ve faşizme karşı duruş hem devlet tarafından hem de halkımız tarafından iyi görülmektedir. Davada çıkacak karar ne olursa olsun, durduğumuz noktayı, ilkelerimizi ve mücadelemizi taviz vermeden savunmamız; halklara, kadınlara kazandıracaktır.
AKP iktidarı, İmralı tecridinin yanı sıra Kurdistan'da savaş siyaseti ve diplomatik girişimlerle “çözümsüzlük” politikasını sürdürmekte ısrar ediyor. Bu nedenle Kürt siyaseti de "Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm” küresel kampanyasıyla İmralı merkezli şekilleniyor. Bu süreci bir bütünen değerlendirdiğinizde, Türkiye’yi neler bekliyor?
AKP iktidarının Kürt karşıtı politikasının merkez üssü İmralı’dır. Sayın Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan mutlak tecrit ve izolasyon politikası, savaş politikasının sürdürülmesi; barış ve özgürlük taleplerinin boğulması, inkâr, imha ve asimilasyon anlayışının güncellenerek sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri ile Kürt sorununun çözümümün, Türkiye’nin demokratikleşmesinin ve barışın ancak Sayın Abdullah Öcalan’ın özgürlüğünden geçtiğine dikkat çekilerek, İmralı işkence sistemine son verilmesiyle barışın önünü açmak, kamuoyuna duyarlılık, iktidara ise adım atma çağrısı yapılmaktadır. Adalet Bakanlığı’na Meclis İnsan Hakları Komisyonu ve uluslararası kurumlara dilekçeler yazarak, çözüm için kapı aralamaya, yol açmaya çalışıyoruz.
Abdullah Öcalan'a özgürlük talebinin karşılık bulması, Kürt sorununun yanı sıra Türkiye'deki genel demokratikleşme sürecinde nasıl bir etki yaratacak? Tabii bunu değerlendirirken, Kürt sorunun geldiği aşamayı da konuşmak gerekiyor. Özetle Kürt sorunu sadece Kürt’ün sorunu mudur?
Kürtleri seçim süreçlerinde hatırlayan, onun dışında yok sayan, Kürt sorununu “terörizm” bağlamında ele alan anlayış aşılmak durumundadır.
Türkiye’de Kürt sorununun çözümsüzlüğünün bir yönü iktidarın Kürt düşmanı savaş politikası iken, diğer yanı Türkiye’de barış isteyen, Kürt halkı ile eşit, özgür yurttaşlık temelinde bir arada yaşamı savunan Türkiye halkının yeterince ses çıkarmamasıdır. Barış çığlığı, çözüm talepleri tek taraflı olarak Kürtlerden gelmektedir. Elbette Kürt halkı ile dayanışma içinde olan, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunan sosyalistleri yok saymıyorum, ancak sosyalistlerin gücünün sınırlı olması, sosyal demokratlar ve muhafazakar kesimlerin sorunu “terörizm” bağlamına yerleştirmesi, sorunun çözümüne engel olmaktadır. Güncelde İsrail halkı, İsrail yönetiminin Netenyahu’nun savaş politikasına itiraz edip sokaklara çıkarak barış talebinde bulunurken, Türkiye’de iktidarın Kürtlere karşı yürüttüğü baskı, zulüm politikalarına karşı sessiz kalınması, hatta zaman zaman aynı safhada sıralanması, iktidarın bu politikalarını süreklileştirmesine yol açmaktadır.
Türkiye’de güçlü bir barış hareketine ihtiyaç var. Kürtleri seçim süreçlerinde hatırlayan, onun dışında yok sayan, Kürt sorununu “terörizm” bağlamında ele alan anlayış aşılmak durumundadır. Aksi durumda faşist iktidar kendini Kürt düşmanlığı üzerinden toplumu kutuplaştırma siyasetinden idame ettirecektir. Sosyalist hareketin, feminist hareketin, sınıf hareketinin temel gündemlerinden biri barış olmadan iktidarın Kürt düşmanı politikalarına karşı çıkmadan, Kürt sorununun çözümünü öncelemeden, Türkiye toplumuna öncülük etme şansı olmadığı gerçeğini tarihsel, toplumsal, siyasal gelişmeler çok net göstermektedir. Kürt sorununu Kürtlerin sorunu olarak gören bir sosyalist hareketin başarı şansı yoktur. Türkiye nüfusunun 3’te 1’ini oluşturan Kürt halkı, Aleviler, kadınlar yok sayılarak sınıf siyaseti yapmak mümkün değildir. Ortak bir gelecek kurmak, sorunun çözümü mücadelesini zorunlu kılmaktadır.
Bu bağlamda İmralı’daki tecrit rejimine baktığımızda, Türkiye’de toplumsal barışın, demokrasinin, özgürlüklerin önünde engeldir. Türkiye’deki dostların bu konuyu Kürtlerin sorunu ve Kürtlerin talebi olarak ele alması kendisini dayanışma durumunda tutmasının önemli ama eksik bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Tecrit ve izolasyon politikasını savaş politikalarının bir parçası olarak görmeme, sorumluluk üstlenmeme sorunu, Kürtler ile devlet arasında bir sorun olarak görme yaklaşımı, solun toplumsallaşmasının önündeki en temel engellerden bir olarak görüyorum. Dostlarımıza tecrit rejimini, kayyım rejimini gündeme almalarının Türkiye’nin demokratikleşmesi, işçi sınıfının Türkiye ve Kurdistan’ın yoksul halklarının geleceğinde belirleyici olacağını düşünüyorum. Sınıf kardeşliğini sadece Türk işçilerin kardeşliği olarak ele almak, Kürt işçi emekçilerinin kimlik sorununu yok sayma yaklaşımı sınıf hareketini daraltmıştır. Kürt sorununun çözümünü iktidarın insafına bırakmak, sorunun tüm yükünü Kürt halkının omzuna yüklemek sosyalist mücadeleye yakışmaz. Ez cümle Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük güçlerinin, feminist hareketinin, ekoloji hareketinin öncülüğünde gelişecek bir “barış hareketi”, Türkiye halklarına kazandıracak, faşizmi yenilgiye uğratacak, Demokratik Cumhuriyet’in inşasına hız verecektir.
Yeni bir seçime gidiliyor. Bir yanda AKP-MHP ittifakının Kürt sorununda sürdürdüğü çözümsüzlük ısrarı, bir yanda yeni yönetimiyle seçimlere girecek olan ve geçtiğimiz genel seçimlerdeki deneyimiyle Kürtler açısından “güvensiz” bir yaklaşım sergileyen CHP var. DEM Parti, nasıl bir strateji yürütmeli?
Unutulmaması gereken Cumhuriyet’in Kürtler olmadan kurulması mümkün olmadığı gibi, Kürtler olmadan demokratikleşmesi, ekonomik ve siyasal krizden çıkması da mümkün değildir.
Devletin tüm baskı ve zor politikalarına rağmen Kürt halkı kendi varlığını, kimliğini, kültürünü ve dilini korumak için mücadele ediyor. Kürt halkının örgütlü mücadelesi demokrasi, eşitlik ve özgürlüklerin gelişmesinde kısmi de olsa kazanımlar elde etmesine yol açmıştır. Kürt siyasi hareketinin kadın özgürlük çizgisi, ekolojik perspektifi, demokratik özerk yönetim modeli sadece Kürtler açısından değil, Türkiye’de ve Ortadoğu’da birlikte yaşadıkları halkların geleceğini de belirleyecektir. Kürt siyasi hareketi kendi ideoloji ve politikasını kapitalist modernitenin çözümsüz bıraktığı alanlarda, kadınların, gençlerin katılımı ile çözüm geliştirme, alternatif bir sistem oluşturma olanağını açığa çıkarmaktadır. Buradan çıkarılacak sonuç, Kürtlerin bazı alanlarda anahtar rolünde olduğu gerçeğidir. Kürtlerin konumu Ortadoğu’da stratejik ele alınmak durumundadır. Devlet de bunun farkındadır. Daha önceki değerlendirmelerimde ifade ettiğim gibi Türk devleti ikinci Cumhuriyet’i Kürtsüz inşa etmek, Kürtsüz Anayasa yapmak istiyor.
Cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP’nin de Kürt sorununa yaklaşımı sorunludur. Yüz yıllık krizi bünyesinde taşımakta, Kürtlere pragmatik, seçim endeksli bir yaklaşımı vardır. Kürt kimliğinin tanınması, Kürtlerin kendi kaderini tayin etmesi, Kürtçenin eğitim dili olması ve benzeri sorunların çözümündeki taleplere diğer devlet partilerinden (AKP-MHP-İP) farklı bir stratejiye sahip değil. Sosyal demokrasi çizgisinin bu hali Türkiye’de çözümün gelişmemesinde belirleyici olmuştur. Seçim süreçlerinde kurulan ilişkiler taktiksel ve güven vermeyen, çıkara dayalı, güncel ve geçici olduğundan, köklü değişime yol açmıyor. Çözümün olabilmesi, Türkiye’de yaratılan milliyetçi, dinci, militarist anlayışın aşılması ve barış için Kürt sorununun ön yargısız konuşulması gerekmektedir. Unutulmaması gereken Cumhuriyet’in Kürtler olmadan kurulması mümkün olmadığı gibi, Kürtler olmadan demokratikleşmesi, ekonomik ve siyasal krizden çıkması da mümkün değildir. Tarihte Kürtler ile kim yan yana durmuş, ittifak kurmuşsa kazanmıştır. Kürtlerin örgütlü kurumları, siyasi partileri de bu gerçeklikle hareket etmek durumundadır.
Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) ile yerel demokrasinin gelişmesi, Kürtlerin kendi kaderini belirleyecek ve Kürt ulusal birliğini sağlama sorumluluğu ve örgütlülüğü üstlenilirken, DEM Parti ile demokratik ulus perspektifi ışığında Türkiye halklarının eşitliğini, özgürlüğünü esas alan Demokratik Cumhuriyet’i inşa etme mücadelesi eş zamanlı olarak yürütülmelidir. DBP ile Kurdistan halklarının sorunlarına çözüm bulurken, DEM Parti ile Türkiye halklarının sorunlarına çözüm üretmek, kadınların, gençlerin yönetime katılmasına olanak sağlayacak demokratik katılımcı yönetim anlayışını esas alan ikili yönetim anlayışı bize kazandıracaktır. Halka rağmen değil, halkla birlikte örgütlü bir mücadele esas alınmalı ve seçim endeksli halka gitmek değil, her gün, her saat halkla birlikte siyasetin geliştirilmesi, demokrasinin toplumsallaşmasında önemli diye düşünüyorum.
Demokrasinin önündeki en büyük engelin Kürt sorunu olduğuna işaret ettiniz. Kürt sorununda çözüm nasıl sağlanır?
Kürt halkının varlığını, iradesini tanıması ve eşit haklara dayalı özgürlükçü bir Anayasa ile Kürtler başta olmak üzere Türkiye halklarının varlığını tanıyacak, haklarını güvenceye alacak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var.
Kürt sorununun çözümü için her zaman diyalog ve müzakereye ihtiyaç vardır. Ancak bu eski anlayış ve yöntemle olmaz. Devletin Kürt halkının varlığını, iradesini tanıması ve eşit haklara dayalı özgürlükçü bir Anayasa ile Kürtler başta olmak üzere Türkiye halklarının varlığını tanıyacak, haklarını güvenceye alacak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç var. Çözümün nasıl olacağını belirleyecek olan Kürt halkının, barış isteyenlerin kendisini bir güç haline getirmesine bağlıdır. 2013-2015 yılları arasında yürütülen diyalog sürecinde açığa çıkan en önemli noktalardan birisi; sürecin açık, şeffaf ve yasal güvenceye alınmadan yürütülemeyeceğidir. Devlet Kürt sorununa sürekli gizli planlar çerçevesinde yaklaşmıştır. Devlet; Şark-Islahat’tan Çöktürme Planı’na kadar sorunu çözmek yerine inkar, imha ve asimilasyon planını devreye koydu. En son “Çözüm Süreci” denen sürecin başarıya ulaşmamasında da devletin gizli ajandasının olması belirleyici olmuştur. AKP bu gerçeği gizlemek için süreci Kürtlerin bitirdiği propagandasını yapmaktadır.
AKP’nin halkların barış talebini araçsallaştırarak, Kürt siyasi hareketini tasfiyeyi hedeflediği, diyalog ve müzakere sürerken Çöktürme Planı’nın devreye konulmasından da anlaşılmaktadır. İktidar diyalog ve müzakere sürecinde istediği sonucu alamayınca masayı devirmiştir. Kürt sorununda barışçıl çözüm görüşmeleri 1993’ten bugüne devletin çözümsüzlük siyasetine, gizli planlarına takılmış, samimi olarak çözüm için uğraşanlar ise tasfiye edilmiştir. Kürt sorununda yeni bir dönemin başlaması, kalıcı barışın olabilmesi için öncelikle sorunun tanımının doğru yapılması, “terörizm” kavramı dışında “özgürlükler ve haklar” sorunu bağlamında tartışılması gerekir. Sorun “terör” sorunu olarak tanımlandığı sürece, gerçek anlamda bir çözüm sürecinin başlaması, başlasa bile başarıya ulaşması mümkün değildir.
Seçimler yaklaşıyor. 14 Mayıs’ta seçim stratejisiyle eleştirilen DEM Parti, adaylarını ön seçimle ve kent uzlaşısıyla belirliyor. Siz içeriden DEM Parti’nin 31 Mart 2024’te gerçekleştirilecek yerel seçimler stratejisini nasıl buldunuz?
Seçim süreçleri siyasi partiler açısından önemlidir. Siyasi programın halk tarafından desteklenip desteklenmediği, savunduğu ilkelerin ne kadar toplumsallaştığının ölçüldüğü süreçlerdir. Partiler seçim sonuçlarına göre kendini gözden geçirir, yeniden yapılandırır. Demokrasinin önemli araçlarından biridir, ancak demokrasi için farklı araçlara, yöntemlere de ihtiyaç vardır. Türkiye’de demokrasiyi sandığa indirgeyen anlayış, ne yazık ki demokrasi önündeki en temel engellerden biridir. Kürt siyasi hareketi olarak 2015’ten bugüne sistematik olarak devlet şiddeti ile karşı karşıya olduğumuz, parti kapatma, kayyım rejimi, siyasi soykırım operasyonları nedeniyle seçime eşit koşullarda girmediğimiz doğru ancak 2023 seçimlerinde istediğimiz sonucu alamamamızda bizim yürüttüğümüz politikaların, liberal anlayışın, halktan kopuk, parlamento eksenli siyaset yapma anlayışımızın da etkisi olmuştur.
Ama önemli olan halkın verdiği mesajı doğru anlamaktır. Seçim süreci bizim için her açıdan uyarıcı olmuştur. Türkiye’de halkların demokrasiye ihtiyaç duyduğu bir dönemde parti için demokrasi ve halkın söz ve karar sahibi olması için gerekli olanakların sağlanması talebi, yerel seçim çalışmalarında karşılık bulmuştur. Yerel demokrasinin gelişmesi, demokrasinin yerleşmesi açısından halkın söz ve karar sahibi olmasının ve denetim mekanizmasına katılım olanaklarının sürekliliği gerekir. Demokrasi kültürünü içselleştiren partiler toplumsal demokrasinin gelişmesine de öncülük edecektir.
İktidarın çözümsüzlük politikaları, Kürtlere dönük baskılar, Federe Kurdistan Bölgesi’nden Kuzey ve Doğu Suriye’ye uzanan saldırılar… Kürtleri nasıl bir dönem bekliyor, neler yapmalı?
Zihinsel dünyası parçalanmış Kurdistan halkının geleceğini kazanması için kendi halkıyla dayanışma içinde olması, ulusal birliği sağlaması tarihsel bir zorunluluktur.
Türkiye'de Kürt sorunu bilinçli olarak kriminalize edilmekte, “terörle mücadele ediyorum” söylemi arkasına sığınarak, Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılmakta, Federe Kurdistan Bölgesi ile Kuzey ve Doğu Suriye toprakları işgal edilmektedir. İmparatorlukların dağılması, ulus devletlerin inşa sürecinde Kurdistan coğrafyası emperyalistler tarafından dörde bölünerek, sürekli bir çatışma ve savaş merkezine dönüştürülmüştü. Irak, İran, Suriye ve Türkiye ulus devletlerinin baskı ve zor politikaları ile karşı karşıya bırakılan Kürtlerin bu durumdan çıkmasının yolu, ulusal birliğini sağlaması, ulusal bilincinin gelişmesi ile mümkündür. Kürtler nerede yaşarsa yaşasın, hak ve özgürlükleri için mücadele etmesi elzemdir. Tarihsel gelişmelere baktığımızda, Kürtlerin bugünkü durumda olmasının temelinde, parçalı duruşlarının egemenler tarafından kullanılmasıyla alakalıdır.
Kürtler birbirleriyle karşı karşıya getirilmiştir. Güncelde KDP-Türkiye ilişkisi, Türkiye’nin Türkiye’de yaşayan Kürtlere yönelik siyasi/kültürel soykırımı başarıya ulaştırmanın bir aracı olarak kullanılıyor. Federe Kurdistan yönetimi, Türkiye’nin Kürt karşıtı savaş politikasına “hayır” demesi, Kürtlerle dayanışma içerisinde olması gerekirken, -ki kendileri de Irak’ta benzer bir süreç yaşamış, Saddam’a karşı mücadele yürütmüşlerdir- AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakına destek olması, Kürtlere karşı zulme, soykırıma ortak olması anlamına geliyor. Kurdistan halkı elbette bu gelişmeleri, KDP’nin Türkiye’nin çıkarlarını esas aldığını görüyor. Bu işbirlikçi çizgi tüm dünya Kürtlerinin kazanımlarını tehlikeye sokmaktadır.
21’inci yüzyıla girerken coğrafyası, zihinsel dünyası parçalanmış Kurdistan halkının geleceğini kazanması için kendi halkıyla dayanışma içinde olması, ulusal birliği sağlaması tarihsel bir zorunluluktur. Rojava’nın, Rojhilatı’ın, Bakur ve Başur halkının kazanımı, tüm Kürtlerin kazanımıdır. Ortadoğu barışı için öncelikle Kürtlerin barışı gerekmektedir. Elbette Kürt sorunu sadece yerel dinamiklerle çözülemez. Sorun uluslararası bir boyut kazanmıştır ve uluslararası güçlerin sorunun çözümsüzlüğünde rolü büyüktür. Bu güçlerin en azından çözüm önünde engel olmaktan çıkartılması önemlidir. Bunun için de yoğun bir diplomasi çalışmasına ihtiyaç var. Kürt sorununun çözümü Ortadoğu barışının ve demokrasisinin sağlanması açısından da kritik bir rolü vardır.
Ancak Ortadoğu’da savaş derinleşiyor, son halkası İsrail ile Hamas arasındaki savaşın yeniden patlak vermesi oldu. Ulus devletlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn planları, halklar açısından nasıl bir sonuç ortaya çıkarır?
İsrail’in Filistin’i işgali ve en son HAMAS-İsrail arasında yaşanan çatışmalar savaşın Ortadoğu’ya yayılma riskini ortaya çıkardı. Görünürde kimse bölgesel bir savaşın parçası olmak istemiyor olsa da kendilerini savaşa hazır konumlandırıyor. Kızıldeniz’de savaş gemilerinin konuşlanması boşuna değil. Savaşın tüm Ortadoğu’ya yayılması riski halklar açısından ciddi bir tehdittir. Önemli olan savaşın başlamamasıdır, başlayınca ne kadar süreceği belli olmayan büyük yıkımlara yol açacağı da bilinen bir gerçektir. Kaldı ki Ortadoğu zaten sürekli bir çatışma, krizin yaşandığı bir coğrafyadır. Son gelişmeler gösteriyor ki bazı güçler İran’ı savaşa çekmek istiyor. ABD bata olmak üzere emperyalist güçlerin İran’ı dizayn etmek istediği bir sır değil, ancak İran’ın ve ABD’nin sıcak bir savaşa girme konusunda istekli olmadığı görülüyor. Yine de Ortadoğu her şeye gebe. Tabi burada Türkiye’nin durumu da önemli. Türkiye Ortadoğu savaşını kendi çıkarı için kullanmak istiyor. Türkiye’nin Kürt düşmanı politikası, cihadist gruplarla girdiği ilişkiler kendini Ortadoğu’da yalnızlaştırmasında ve denklemin dışına çıkmasında etkili olmuştur. Türkiye yeniden denkleme girmek için oyun bozan bir rol oynamaktan çekinmeyecektir.
İmralı’da tecrit altında tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Ortadoğu’da derinleşen krizlere karşı Demokratik Modernite paradigması bugün nasıl bir önem taşıyor?
Sayın Öcalan’ın Ortadoğu çözümlemesi, geliştirdiği Demokratik Modernite paradigması, önümüzdeki süreçte daha yoğun tartışılacaktır.
Ulus-devlet sadece Kürtler açısından değil, bütün halklar açısından kriz yaratmaktadır. Kapitalist modernitenin geliştirdiği çözüm arayışları da Ortadoğu’da kriz üretmekten başka sonuç yaratmamıştır. Sayın Öcalan Ortadoğu uygarlık tarihini, aynı zamanda bir karşı devrim olarak nitelendiriyor. “Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Modernite” savunmasında “Uygarlık, sistemden dışlanan tüm toplumsal unsurlar için bir karşı devrim… Uygarlık, çıkarları için bir düzen devrimi iken, karşıt güçler için yıkım ve karşı devrimdir. Benim için devrimin anlamı uygarlık sisteminin sürekli olan ve daralttığı ahlaki ve politik demokratik toplumun yeniden ve daha geliştirilmiş olarak netlik kazanmasıdır” değerlendirmesi, Ortadoğu krizinden çıkış yöntemini göstermektedir.
Avrupa merkezli çözüm dayatmalarını aşarak, Ortadoğu’nun inanç, kültür, ekonomik yapısını çoklu kimlik ve kültürünü esas alan demokratik bir sistemin inşası, Ortadoğu halklarının barış ve güven içinde yaşamasını sağlayacaktır. Kapitalist modernist güçlerinin Ortadoğu’ya müdahalesi, aynı zamanda Ortadoğu’nun ideolojik kimliğine, kültürüne yönelik bir müdahaledir. Ortadoğu halklarının kimliğini koruyacak birlik, dayanışmayı esas alan konfederal bir örgütlenmesi, ulus-devletlerin çizdiği yapay çizgileri aşmakla kalmayacak, Ortadoğu’yu merkez uygarlık konumuna yeniden taşıyacaktır. Sayın Öcalan’ın bu bağlamda Ortadoğu çözümlemesi, geliştirdiği Demokratik Modernite paradigması, önümüzdeki süreçte daha yoğun tartışılacaktır. Bugün Sayın Öcalan’ın özgürlüğü talebini dillendiren Avrupalı dostlar, akademisyenler de bu gerçeği görüyor.
MA / Fırat Can Arslan