ANKARA- Kürt halkına dönük baskı politikalarının İmralı tecridi ile bağlantılı olduğunu belirten DEM-ÜNİ üyesi Emine Akıcı, PKK Lideri Abdullah Öcalan şahsında bir fikrin, bir yaşam paradigmasının ve halkın izole edilmek istendiğine dikkat çekti.
Ankara Demokratik Üniversite İnisiyatifi (DEM-ÜNİ), cezaevlerinde devam eden "Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm" talebiyle başlatılan açlık grevleri eylemleri ve başta İmralı’da olmak üzere cezaevlerinde uygulanan tecrit politikalarına dair “Zindanlardan kampüslere direnişi örgütleyip tecridi kıracağız” başlıklı panel düzenledi. Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD) Ankara Şube Binası’nda düzenlenen panelde İnsan Hakları Derneği (İHD) Ankara Şubesi Eşbaşkanı Ömer Faruk Yazmacı, ÖHD Hapishaneler Komisyonu Eş Sözcüsü Çiğdem Kozan ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) Ankara Şubesi İnsan Hakları Komisyonu Üyesi Onur Erden yer adlı. Panelin moderatörlüğünü ise DEM-ÜNİ üyesi Emine Akıcı gerçekleştirdi.
“Zindanlardan kampüslere direnişi örgütleyip tecridi kıracağız” yazılı pankartının asıldığı panele çok sayıda öğrenci katıldı.
‘İZOLE EDİLMEK İSTENEN BİR KİŞİ DEĞİL BİR FİKİRDİR’
Panel, Akıcı’nın yaptığı açılış konuşması ile başladı. Tecrit kavramının 25 yıldır Türkiye ve Kürdistan gündeminden düşmeyen bir kavram olduğunu belirten Akıcı, “Bu kavramın etimolojik ve siyasal anlamda ne anlama geldiğini iyi incelemek gerekiyor. Özellikle Kürdistan siyasetinde bu kavram ne anlama geliyor. Tecridi kısaca anlatmak gerekirse bir kişinin fikrin ya da grubun zorun ve erkin kullanılmasıyla ayrıştırılması durumudur. Siyasi anlamda ise egemen sınıfın, alt sınıf olarak gördüğü kişi veya gurubun fikirlerini ve temsilcilerini her türlü baskı yolu ile izole etme durumudur. 25 yıldır süren bu İmralı tecridi de bu bağlamda açmak gerekir” dedi.
İmralı’da PKK Lideri Abdullah Öcalan şahsında bir fikrin, bir yaşam paradigmasının ve halkın izole edildiğini dile getiren Akıcı, “Türkiye devletinin Kürt halkı üzerindeki özel savaş politikalarına, işlediği savaş suçlarına, yaptığı soykırımlara en yoğunlaşmış biçimde bakıldığında tecrit başlığı altında değerlendirilmesi gerekiyor. Kürt halkının maruz kaldığı bu baskı ve hiçleştirilme politikalarına bakıldığında bir yerde İmralı tecridinin boyutu ve yoğunluğuyla ne kadar doğrusal olduğu aslında görülecektir. Bugün bizler yurtsever öğrenciler olarak tecridin bizim sosyal ve siyasal alanlarımıza yansımalarını nasıl görmeliyiz. Tecride karşı tutumumuz nasıl olmalı, nasıl bir mücadele hattı örmeliyiz. Öncelikle şunu net bir şekilde tecrit bugün sadece zindanlarla sınırlı değil, en ufak bir sosyal yaşamımız da bile mevcut durumda. Devlet ve devlet aklı halkı ve gençleri özel savaş politikalarıyla özellikle toplumsal düşünceden mahrum bırakmaya çalışıyor. Bu sayede de pasif ve apolitik bir gençlik yaratmaya çalışıyor. Bu politikaları da özelikle Kürt ve Kurdistan’lı gençler üzerinden uygulamaya çalışıyor. Kürt gençliğinin bir yerde kendi özünün farkına varmaması için özel bir çaba yürütüyor ve bütün politikalarını buna yönelik üretiyor. Bu tecridin karşısında, 50 yıllık bir mücadele birikiminin mirası ile Kurdistan’da Ortadoğu’da hatta tüm dünyada muazzam bir direniş gösterilmekte. Sayın Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğü ve zindanda direnen siyasi tutsakların ve Kürt halkının bu tecridin boşa düşürülmesi için yaşamımızın her alanında örgütlülüğü esas almalıyız” ifadelerine yer verdi.
24 SAAT TECRİT
Ardından açlık grevleri ve tecrit politikasının hukuki sürecini değerlendiren Çiğdem Kozan, İmralı’daki tutsakların herhangi bir ceza almamaları durumunda haftada sadece bir saatlik sosyal haktan yaralanabildiklerini, hafta sonu ise 24 saat boyunca tecrit altında kaldıklarına değindi.
Kozan, devamla şöyle konuştu: “Sayın Öcalan 9 Eylül komplosu ile Türkiye’ye getirildikten sonra, 15 Şubat 1999 yılından bu yana İmralı ada hapishanesinde önce tek kişilik hücrede tutuldu. İlk on yıl boyunca tek başına tutuldu. Daha sonra devam eden süreçte ise yanına günde bir defa başka tutsaklar götürüldü. Hafta içinde günde 23 saat hafta sonu ise 24 saat tek başına tutuldu. İlk 12 yıl boyunca avukatları ile görüşme hakkı haftada sadece bir gün ve bir saat olarak tutuldu. Bu haklarda çeşitli engellemelerle yerine getirilmedi. Normalde bir hükümlünün Türkiye’deki haklarına baktığımızda tutuklu hükümlü ayrımı var, hükümlü olarak değerlendirmek gerekiyor. Kesinleşmiş cezası mevcut. Normalde hükümlüler avukatlarıyla mesai saatleri içinde haftanın beş günü görüşme yapabilirler. Yani bir avukat bir hükümlü müvekkiliyle sabah cezaevine girip öğle arasında kadar sonrasında ise akşama kadar görüşebilir. Hafta boyunca da bunu tekrar edebilir. Bunda bir kısıtlama ve sınırlama yoktur ancak söz konusu İmralı ve Sayın Öcalan olunca bu hak hiçbir gerekçe gösterilmeden uygulanmaya biliyor. Yine 2005 yılında bir infaz yasası değişikliği getirilerek, görüşmelerin kayda alınması kararı getirildi ve Sayın Öcalan üzerinde uygulanıyor. İmralı’da yaşanan süreci iyi anlamak için İmralı’da uygulanan hukuku anlamak gerekiyor. 27 Temmuz 2011 tarihinden 11 yıl boyunca Ağustos 2019 tarihine kadar 5 kez avukat görüşü gerçekleşmiş. Bu 5 görüşmenin sonuncusu 7 Ağustos tarihli görüşme olmuş sonrasında ise hiçbir avukat görüşmesi gerçekleşmemiş. 34 aydır haber alamıyoruz diyoruz ama bu sürecin öncesinde de ise sadece ailesi ile yaptığı kısa bir görüşme, orada da bu hukuksuzluğu reddettiği bir görüşme olmuş ve orada bulunan diğer tutsaklarda haklarından yaralanamıyor. Genel olarak baktığımızda İmralı’ya dört senedir avukat giremiyor ve dünyada da bunun örneği yok” diye konuştu.
‘İMRALI’DA DENENENLER CEZAEVLERİNE YAYILIYOR’
Devletin son inşa ettiği cezaevlerinin tamamının İmralı Cezaevi’ne benzediğini belirten Kozan, “İmralı’da her şeyi deneyerek bunun diğer alanlara aslında toplumda görebiliyoruz. Hepimiz şu an da bulunduğumuz alanlarda bile hissediyoruz. Çok ciddi bir şekilde bu kapatma mekanlarını kontrol etme durumu açığa çıktı devlette. Kapatma mekanı dediğimiz yer işte gözaltı merkezlerinden zindanlara kadar her yer bir kapatma merkezi aslında. İmralı’da bu yoğun tecrit hali ile başladıktan beri bu ciddi bir şekilde diğer ceza evlerine de yansıdı. Tabi bir kişiyi bütün hukuk kurallarından muaf tuttuğumda, toplumdan ses çıkmadıysa eğer yeri geldiğinde kendi devlet rejimimi de kurarım algısı gelişir devletlerde. İmralı ada hapishanesinde başlayan bu uygulamalar Türkiye ve Kurdistan’ın tümünde hapishanelere yansıdı” dedi.
‘TECRİT TUTSAKLARA YÖNELİK İŞKENCENİN ÖNÜNÜ AÇTI’
Daha sonrasında cezaevlerindeki sağlık hakları ihlali ve yetersiz sağlık koşullarını değerlendiren Onur Erden, son süreçte kelepçeli muayene dayatmalarının arttığının altını çizerek, “Bu kelepçeli muayeneyi yapan ya da tecrit koşullarını uygulayanlara bir ceza verilmediğinde, bu hukuksuzluklar bir kaide olup devam ettiriliyor. Açlık grevleri bugün itibari ile 42 gün oldu ve giderek sağlık açısından kritik bir duruma doğru ilerliyor. S tipi ve YGC tipi ceza evlerine zindan demek doğru bir kavram aslında abartı değil. Bunun mantığı ıslah etme topluma kazandırma vesaire değil. İktidar nezdinde siyasi tutsakları tutmak cezalandırmak ve yıkımı sürdürmek için planlanmış bir şey. Bu şekilde aslında tüm toplumu cezalandırmak istiyorlar. Bizim sağlık durumumuzu belirleyen pek çok kriter var ve bunların hiçbiri olmazsa biz sağlıklıyız diyemeyiz. Öncelikle sağlık dediğimizde insan onuruna yaraşır sağlıklı bir yaşamı hedefleyen politikalarla bunu sağlayabiliriz. Her şeyden önce sağlığın korunması esastır. Bunu sağlayamadığımızda erken bir şekilde bir hastalığı tespit ediyoruz ve son gelişimini gördüğümüzde ona yönelik bir müdahale sağlıyoruz. Bir de bunun dışında kişinin hayatını nasıl kolaylaştırırız diye bakıyoruz. Cezaevlerine de böyle yaklaşmak gerekiyor” dedi.
‘MAHPUS, MEDENİ ÖZGÜRLÜĞÜNDEN ALIKONULMUŞ BİR BİREYDİR’
“Mahpus, medeni özgürlüğünden alıkonulmuş bir bireydir” diyen Erden, tutsakların maddi ve manevi varlıklarının korunma altında olması gerektiğini belirterek, “Hapishaneye kapatılma başlı başına acı veren bir durumdur ayrıca bir cezalandırmaya tabi tutulamaz. Bugün gördüğümüz bu tecrit budur ve işkencedir. Hapishanelere her şehirde baktığımızda insanların ulaşabileceği yerlerden uzak yerlerde hapishaneler inşa ediliyor bu da aslında tecrit içinde tecrit anlamına geliyor. Bir insanı sosyal olarak diğer insanlardan ayırmak ayrıma tabi tutmak duysal ve sosyal uyaranlardan yoksun tutmak özellikle psikolojik yönden çok ciddi bir hastalık kaynağıdır. Bu tecrit aynı zamanda tüm tutsaklara yönelik işkence ve kötü muamelenin yolunu açmış durumda” dedi.
‘İMRALI BİR AYNADIR’
Son olarak, insan hakları bağlamıyla tecrit politikasının toplumsal karşılığını değerlendiren Ömer Faruk Yazmacı, hakim uyarlıkların egemenliklerini sağlarken toplumun tarihsel benliğine ve kültürüne saldırdığını belirtti. Türkiye ve Kurdistan’da tecrit uygulamalarının bir yönetim biçimi haline geldiğini söyleyen Yazmacı, “Tecrit bir boyutuyla toplumun ahlaki ve politik yapısını hedefliyor. Tecrit koşullarında toplum her gün yıkıma uğratılmaktadır. Devletler ise tecrit yolu ile toplumun bütün değerlerine saldırır. Bütün kültürel zenginliği tüketir. Zaten toplumun kültürel değerlerinin toplumdan soyutlanması bütünüyle bir tecrittir. Toplumsal tecridin hedefi de aslında bireyi bu kök değerlerinden koparmaktır. Ayrıca resmi ideolojinin mühendislik çalışmaları bir tecrittir zaten. Bütün toplumsal yapıya yönelik bir yönetme biçimi haline geldi tecrit politikaları. Şu an geldiğimiz noktada İmralı toplum yönetme açısından bir prototip olmuş durumda. Bugün yeni inşa edilen YGC ve S tipi cezaevleri devletin çok yakından bildiği bir yerden geliyor İmralı’dan geliyor. İmralı neyse şu an bütün hapishaneler de o yaşanıyor. Tecridin toplumsal boyutuna değinecek olursak bugün İmralı’ya baktığımızda Türkiye’de ne olacağını anlıyoruz zaten. İmralı bir aynadır aslında, bu aynaya baktığınızda zamanda yolculuk yapmış olursunuz” şeklinde konuştu.