ANKARA - Agirî’de “ihtimal” üzerine tutuklanan ve hakkında açılan davada 8 yıl 3 ay hapis cezası verilen siyasetçi Sedef Demir, Mayıs 2022’den bu yana İdari ve Gözlem Kurulu kararları nedeniyle tahliye edilmiyor.
Sedef Demir, Mart 2016 tarihinde Agirî’de gözaltına alınıp tutuklandı. Demir, 15 Temmuz darbe girişimin ardından ihraç edilen savcı “öz yönetim ilanı ihtimali” gibi soyut bir gerekçe ile hazırlanan iddianame kapsamında yargılanarak, 8 yıl 3 ay hapis cezası aldı. Aleyhindeki iddialar yargılama sürecinde çürütülmesine rağmen işkenceyle aleyhinde ifade veren bir tanığın beyanları hakkındaki hapis cezasına gerekçe yapıldı.
O tarihten bu yana tutuklu olan Demir, koşullu salıverme tarihi dolmasına rağmen iki yıla yakın süredir İdari ve Gözlem Kurulu (İGK) kararlarıyla tahliyesi engelleniyor.
Demir, 2016’da başlayan ve hala da süren hukuksuzlukla birlikte kaldığı cezaevindeki ihlalleri ve keyfi şekilde uzatılan cezaevi sürecini ve “Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm” kampanyasını anlattı.
Tutuklanma sürecinizden söz eder misiniz? Hangi gerekçelerle, hangi çalışmayı yürütürken tutuklandınız? Kaç yıl ceza aldınız? Mahkeme sürecinde ne tür hukuksuzluklar yaşadınız?
Ben bu ülkede doğup büyümüş bir kadın, bir Kürt’üm. Bu iki gerçek bu coğrafyada zor ve baskı ile hep burun buruna olmak demek, mutlak eşitsizliğe uğramak demektir. Hele bir de bunlara itiraz etmek, onunla da kalmayıp daha güzel ve yaşanır olanı oluşturmak için mücadele etmek tutuklanmam için yetti.
Türkiye’de suç ve ceza yaklaşımları zaten problemli. Bir de üstüne bunun taraflı, keyfi uygulamaları eklenince tutuklamak için herhangi bir gerekçeye ihtiyaç az oluyor. Ben bu ülkede doğup büyümüş bir kadın, bir Kürt’üm. Bu iki gerçek bu coğrafyada zor ve baskı ile hep burun buruna olmak demek, mutlak eşitsizliğe uğramak demektir. Hele bir de bunlara itiraz etmek, onunla da kalmayıp daha güzel ve yaşanır olanı oluşturmak için mücadele etmek tutuklanmam için yetti. Dönemin Ağrı başsavcısı “Kuzey Serhat diye tabir edilen Kars-Ağrı-Iğdır-Ardahan illerimizde özyönetim ilan etme ihtimali” konulu bir iddianame hazırlamıştı. Mart 14, 2016’da 30 kişilik bir ekip olarak gözaltına alındık ve tutuklandık. Bizden sonra savcı da “FETÖ’den” tutuklandı. Emniyet tabii biliyordu herkesin tutuklanacağını. Biz mahkemeye çıkmadan kendilerinden o izlenimi edindik. İhtimali somutlaştıramamışlardı, dosya eğretiydi. Öyle ki bir hukuk fakültesinde o iddianame “Nasıl iddianame yapılmaz?” diye ders konusu edildi.
Hal bu iken bana başta istenen “silahlı örgüt kurma ve yönetme” cezası delilsizlikten “örgüt üyeliği”ne çekildi. Buna da sebep bir ifade vardı üzerimde. Psikolojik ve fiziki işkence ile zorla alınmış o ifadeyi, tanık geri çekti. Gördüğü işkenceleri de anlattı. Fakat düşen ifadeyi heyette ayakta tuttu, kabul etmedi yani. Sonuçta ceza verildi. Mahkeme süreci, heyetlerin aynı taraflı tutumlarıyla sürdü. Halbuki 5 yıl tutukluluk TCK’de tahliye sebebidir. Tahliye edilmedik. Yargıtay süreci 1 yılı aldı. Son karar mahkemesinde hukukun siyasallaştırılmışlığından harekete biraz siyasal süreçten söz ettim. Öcalan’a uygulanan ağırlaştırılmış tecrit olduğunu ifade ettim. Bu karanlığın nasıl en çok kadınları yutmak istediğini yine belirttim. Hakim, “Kim ne yapmış kadınlara?” diye yüksek sesle tepkilenip, sözlerimi kesmeye başladı. “Sayın Öcalan” ifademi tutanaklara geçirmek istemedi. Bu kadar baskıya, engellemeye hakkı olmadığını hatırlattım. Tutumunu kabul etmedim elbette. Kendisi de gücünü keyfince kullandı ve cezayı arttırdı. Sonuçta 8 yıl 3 ay ceza verildi. Tabii önemle vurgulamam gereken şudur: Burada anlattıklarım benim, yani bir tek kişinin yaşadıklarının bir kısmıdır. Daha binlerce kadın, binlerce Kürt ve tabii ki demokrasi ve özgürlük savunucusu değerli dostlarımız hep aynı şeyleri yaşadılar. Ve bu sürüyor.
Cezaevleri, kişiyi kimliksizleştirme ve yaşamdan koparma amacıyla kurgulanmış mekanlar. Siyasi bir tutsak olarak buna karşı mücadeleniz nasıl gelişti?
Eskiden hapishane, şimdi cezaevi diye adlandırılması da bundan. Eskiden de işkence çeşitliydi elbet. Ardından hapsedilirdi insanlık savunucuları. Bu hayati mesele şimdi cezalandırılıyor. İşkenceyi sistematikleştirerek, kişiyi toplum olmaktan alıkoyarak yapılıyor bu. Her yeni modelde yapılan cezaevi bunları daha korkunç yöntemlerle uyguluyor. Tüm bunlar mutlak mücadele gerekçeleri tabii. Yalnız başarılı bir mücadele tarzı, tek karşıtına karşı mücadele geliştirmekle sağlanmıyor. Bu elbet değerli ancak eksik. Böyle kalmamalı. Bu karşıtına benzeşmekle, onun etkisine girmekle sonuçlanıyor, kaçınılmaz. Bugün Türkiye muhalefetinin durumu da, tarihin akışı da bunu açık gösteriyor. Tarihin aydınlıktan yanı, doğru bir yaşamın kişinin kendini doğru inşa etmesinden geçtiğini kavratıyor insana. Şimdi çağımızın geldiği aşamada şu çok açık, insanlık değerleri aranıyor, özgürlük ve demokrasiye hasret var. Devletli güçler devasa imkanlarla bu değerlere feci saldırıyor. Aslında mesele insan olmakta ısrarın olmasıdır. Bu da her bireyin insanlaşma mücadelesidir. Kendini inşa etmek, kendini yaratmak yani. Ben de naçizane böyle belirtebilirim cezaevi sürecini ele alışımı. Bu söylediklerimi cezaevinin bir gününe ne kadar sığdırıyorsam, mücadelem o kadar başarılı olmuştur. Aksi halde cezaevinin benliksizleştirme politikası içinde erime başlamıştır.
Grinin tonlarıyla kaplı bir yapı, başka hiç renk yok. Sıradan bir kameranın rahatlıkla görebileceği bir kuytu köşeye farklı boyutlarda en az üç tane mobese tipi kamera yerleştirilmiş. Kapı ve pencereler küçücük hatta kapıdan eğilmeden geçmek imkânsız.
Bugün her yeni cezaevi tipi, topluluk olmaya alan tanımıyor; doğayla aranıza kat kat teller örüyor; bireysel en insani ya da hukuki hakları, lütfeder gibi az az veriyor ki siz hep kendinizin sadece maddi ihtiyaçlarıyla uğraşadurun; iletişim imkanlarını kıstıkça kısıp havuz medyasının berbat medya akışıyla insanı cafcaflı sanal bir hayata aslında güdülere mahkum etmek istiyor. Örneğin son yıllarda açılan S Tipi ve yüksek güvenlikli cezaevleri kesinlikle incelenmeli. Ben uzaktan yüksek güvenlikli bir cezaevi gördüm. Bu yerlerin renksizliğini, cansızlığını kabul etmiş değilim içsel olarak. Ama sonuçta gözlerim 8 yıldır askeri bir kampüste açılıp kapanıyor. Buraları görmeye aşinayım diye düşünürdüm. Ama o cezaevini gördüğümde ürperdim. Kaldı ki içi değil dışı gördüm. Grinin tonlarıyla kaplı bir yapı, başka hiç renk yok. Sıradan bir kameranın rahatlıkla görebileceği bir kuytu köşeye farklı boyutlarda en az üç tane mobese tipi kamera yerleştirilmiş. Kapı ve pencereler küçücük hatta kapıdan eğilmeden geçmek imkânsız. Aslında kapı değil biri kutunun kapağına benziyor. Bir de o kapıdan geçerken olağanüstü hâl oluşturuluyor. Askerler tutsağın kollarına yapışıyor ve bir asker-gardiyan ordusunun hepsi aynı anda tutsağa alan bırakmayarak kapıya tıkışıyor. Elektrikli-dikenli teller asla tek sıra değil, üst üste kat kat tel çekilmiş. Tüm bunlar sözde güvenlik ihmalinin mümkün olmadığı bir ortamda yapılıyor. Oralarda kalan arkadaşlarımızdan iç durumu da duyduk. Bir defa odalar çok küçük. Tek kişilik ama çok çok küçük ve içinde banyo-tuvalet var. Zaten oda kapısı hep kilitli yani havalandırma alanı yok. Günde 1 saat havalandırmaya çıkarılıyor tutsaklar ama o eğer 1 saatte hava yağmurluysa da, kar-boransa da o 1 saat sizi bir defa havalandırmaya kilitliyorlar. Odada tek bir küçük pencere var. O pencerenin önünde önce dikey ve yatay parmaklıklar var, pencere kalın demirlerle küçük karelere bölünmüş. Bunun da önünde ağ şeklinde tel var. O pencereye demir duvar desek yanlış olmaz. Yetişkin bir insan 7/24 o yerde tüm ihtiyaçlarını karşılamak zorunda bırakılıyor. Görülüyor ki mimari, oksijen ihtiyacını dahi karşılamıyor. Bu vahşettir, çok açık. Bu yapılardaki akıl bedeninize, zihninize, ruhunuza kastediyor. Böyle mekanlarda bedensel ihtiyaçlar minimal düzeyde de karşılanmıyor. Mutlak hastalıklar edinme, bu dizaynların sonucu. Zihniniz bu kadar cansızlığa, ayrıştırmaya, küçük görülmeye maruz kalırsa duygu ve düşünceleriniz de hastalanır, fakirleşir. Özsaygınız ve özsevginiz zedelenir. Tekleşirsiniz.
Cezaevinde kadın olmak da pekala sıradan değil. Kadın doğal bir üretimcidir; cezaevinde maddi-manevi her araca erişimi engellenir. Kadın devingendir, hep akış-değişim halinde olmayı sever; cezaevinde statik bir durum yaratılmıştır ve kadına hareket alanı bırakılmaz. Kadın doğanın bin bir çeşit canlıyı kucaklayan hoşgörüsüne sahiptir; cezaevinde sürekli baskı, zor, ayrımcılık ile yüz yüze bırakılıp aynısını yapmaya zorlanır. Kadın toprağı, suyu sever; cezaevinde su yetersiz verilir, toprak da yasaktır. Kırılan betonun altında olsa bile. Toprağın yasaklığı ayrı, havalandırmada betonu kırıp filizlenen bir yaprak, bir, küçük çiçek dahi neredeyse dövülerek şiddetle yerinden koparılır. (Tabii o çiçek yine de hep çıkar.) Buradaki en keskin gerçeklerden biri de kadını, kadına kırdırma olgusudur.
Cezaevinde maruz kaldığınız ihlaller nedir?
Cezaevleri yeryüzünde, bir konuda en örnek mekanlar: Bir insana ruhsal, fiziksel olarak en çok nasıl saldırılırsa, cezaevlerinde o yapılır. Bundan hem kaynak alır hem bunu hedefler. Benliksizleştirme, uyuşturma dememiz boşuna değil. Ben listelemeyeceğim tek tek. Dile getirdiğim-getireceğim her şey ihlalden öte hak gasplarının genelini içerir. Sonuçta “ceza-evi.”
Eskiden cezaevlerinde yaşanan ihlallere karşı dışarıda çok büyük gündem oluşurdu. Şimdi doğal gibi görülüyor, tepki büyümüyor. Neden kaynaklanıyor ve nasıl aşılabilir?
Cezaevleri haddinden fazla dolu. Buradaki her bir insanın yakınları bu esareti kısmen de olsa yaşıyor. Maalesef, bu olağanın çok dışında gerçekçiliğe karşı aşinalık gelişmiş. Bu görülüyor. Elbette duyarlı her tutsak ailesi emektardır, fedakardır. Bunlar çok değerli. Bunlarla beraber politik tutsakların yakınları olmak duygusal zorlanmaları aşan bir anlamlı gerçektir. Duygusallık çilekeşliği doğurur, pasif kılar ve gerekeni yapmaktan alıkoyar. Çünkü özellikle halkımız ve diğer halklara büyük acılar yaşatıldı, yaşatılıyor da. O güçlü duyguları, duygusallığa çevirmeden sorumluluk bilincine çevirmek hem üzülerek yıpranmayı önler hem de politik tutsaklık için etkili olur. Sonuçta politik tutsaklık ulusal, toplumsal bir konudur.
Bu yıllarda en çok da Türkiye’de halkların gündemi ekonomi bir yana paraya-parasızlığa mahkum edilmek isteniyor. Yapılıyor da bir oranda. Çünkü böylelikle esas gerçekler perdenin arkasında kalmaya devam edecek. Cezaevleri de bu kasvet ortamında perde arkasında tutulmak istenen bir gerçek.
Ülkede de Kürtler zaten sistematik olarak inkar edilerek, topluluk olarak yok sayılarak yüzyıllardır geri durmaya zorlanıyor. Diğer Türkiye halkları, çok büyük maddi imkanlarla özellikle eğitimde, medyada ve bir bütün her yerde kara propagandalar işe uyuşturulmaya, tepkisiz ve reflekssiz kılınmaya zorlanıyor. Bu temel üzerine güncelin durumu da eklemek gerekiyor ki o da açlıktır, işsizliktir, ifade özgürlüksüzlüktür ve dahasıdır. Bu yıllarda en çok da Türkiye’de halkların gündemi ekonomi bir yana paraya-parasızlığa mahkum edilmek isteniyor. Yapılıyor da bir oranda. Çünkü böylelikle esas gerçekler perdenin arkasında kalmaya devam edecek. Cezaevleri de bu kasvet ortamında perde arkasında tutulmak istenen bir gerçek. O yüzden bu sanallaştırmaya karşı koymak politik tutsak yakınları kadar çağın Türkiye’sinin temel yaklaşımı olsa yeridir. Sanallaşmaktan kasıt teknolojikleşme değil. Sanallaşmak, gerçekliklerden kopuştur, vicdana kayıtsız kalmaktır, topluluk olmanın hayati olduğunu unutarak sadece kendinin ve kendine ait olanın güvenliğini sağlama kaygısıdır. Dolayısıyla sanallaşmaya karşı koyuş tüm o algı operasyonlarını boşa çıkarır. Ülkenin gerçek gündemlerine hassas davranıp bunlara karşı tutum geliştirmek de öyle. Çünkü açlık, işsizlik, adaletsizlik ve daha sayılamayacak kadar fazla haksızlık bugün cezaevlerinin bu kadar dolu olmasını doğuran sebeplerin sonuçlarıdır. Hep beraber gördük ve görüyoruz: Zulme karşı sessiz kalmak, zulüm etmenin bir başka hali.
İdare ve Gözlem Kurulu kararıyla bırakılmıyorsunuz. Bu süreçte neler yaşandı? Bu hukuksuzluk uygulama nasıl normale dönüşür?
Zorlama birkaç yasa çıkartmakla hukuki olunmuyor. İGK ve yeni mevzuat içerikleri, Anayasa ve AİHS perspektifi açısında skandal. İnsaniyet ve adalet açısından ise ucube.
Evet, bir mekanizma oluşturuldu. Meclisten geçirilecekken doğru anlatılmayıp, anlaşılmayıp aceleyle onaylandı. Kimse bir şey anlamamış. Tabi biz anlamıştık fakat dışarıda aslında anlaşılmadığını çok sonra gördük. Bu tabii cezaevleri durumunun daha sistematik takip edilmesi gerekliliğini tekrar açığa çıkardı. Burada tahliyesi ilk ertelenen, arkadaşlarından biri tüm cezayı bitirip tahliye olduktan sonra duyduk ki dışarıda daha tahliyelerin engellendiğini duymayanlar varmış. Ben 2022 Mayıs’ında koşullu salıverilme ile tahliye olacaktım. Fakat bu engellene engellene cezanın tamamını bitiriyorum Haziran 2024’te.
İdare ve Gözlem Kurulu/İGK zorlama bir mekanizmadır. Cezaevindeki bir tutsağın durumu hukuki düzlemde belli kanunlara bağlıdır. Çok yetersizdir ama bağlıdır. Mevzuat yetmez veya uygulanmazsa belirli mahkemelere başvurulur. Anayasal zeminde durum ele alınır. Ya da cezaevindeki tutukluluğa kadar TCK vs. temelli değerlendirmeler yapılır, ceza süresi öyle değerlendirilir. İGK için mevzuatla değişiklikler yapıldı ama hukuk perspektifine yine de aykırı. Zorlama birkaç yasa çıkartmakla hukuki olunmuyor. İGK ve yeni mevzuat içerikleri, Anayasa ve AİHS perspektifi açısında skandal. İnsaniyet ve adalet açısından ise ucube. Zaten bu İGK’lerde cezaevi gardiyanları, teknisyenleri, müdürleri gibi siyasi tutsaklar için özel eğitilmiş kimseler bulunuyor. Cezaevi savcısının olması mevzuatla geçiyor ama burada ve bazı diğer yerlerde savcının görüşmelerde bulunmadığını biliyoruz. Yani düşünün hukuk ile aşinalığı bile olmayanlar, bir politik tutsağın ve tabii adli tutsakların da özgürlükleri gelecekleri hakkında söz sahibi edilmiş. Öyle ki CPT’nin ne olduğunu bilmeyen müdürler var. Ayrıca duyumlarımıza göre bu İGK mensupları çift maaş alıyor. Yani öyle bir olay ki rejim yanlısı kimseler bile çift maaşa ancak ikna olmuş.
Cezaevi yönetimleri iletişim, sosyalleşme, ısınma vs. temel hakları fazla sağlanmazken nasıl bir iyileştirme perspektifine sahip olur? Amacın iyileştirme olmadığı, adından belli. Ya da şöyle söyleyelim; cezalandırarak iyileştiremezsiniz.
Bu durumun normale dönüşmesini kabul etmek mümkün değil. Biz politik tutsaklar bazen kurul görüşmelerine çıkıp politik değerlendirmeler ile gerçeği ya da görüşmelere çıkmayarak tepkimizi ortaya koyuyoruz. Yine İnfaz Hakimliği, Ağır Ceza Mahkemeleri ve Anayasa Mahkemesi’ne uzanan itiraz başvuruları ile farklı kurumlara kanunun adaletsizliğini anlatan hukuki mücadelemiz büyüyor. Elbet yalnız tutsakların mücadelesi değil sağduyulu siyasetçiler, hukukçular da bu konuda girişimlerde bulunuyorlar, emekleri var. Tabii tüm bunların daha da artması önemli, mevcudat bunu gerektiriyor.
Son olarak bu konuda bir yanlış bilgi dolaşıyor, değinmek isterim. Tahliyenin engellenmesi infazın yakılmasına bağlı ya da onunla eş bir durum değildir. Tutsaklık boyu cezaevinin verdiği disiplin cezaları belli durumlarda infazı yakar. Bu da koşullu salıverilme gününde değil de hak ederek tahliye gününde tahliyeye sebep olur. İnfazın yanması amaçlı çoğu zaman cezaevi idareleri keyfi disiplin cezaları verebiliyor. Bu son tahliyenin engellenmesi konusunda hiç infaz yanmadan cezaevi idaresi İGK imzasıyla tahliyeleri engelleniyor. Yani ultra keyfi bir vaziyettir yaşanan. Son tahlilde yeni mevzuat ile cezaevi yönetimlerine haddinden fazla inisiyatif verildi.
Burada tahliyesi engellenen 14 arkadaştık. Aşağı yukarı aynı gerekçeler sıralanmıştı, bunları kamuoyu ile paylaştık. En dikkat çekici iki nokta var: Biri elbette pişmanlık. 30 yılını cezaevlerinde mücadele ile doldurmuş arkadaşlarımız var, onlara “Mücadele etmekten pişman mısın?” deniyor. Cezaevi yönetimleri iletişim, sosyalleşme, ısınma vs. temel hakları fazla sağlanmazken nasıl bir iyileştirme perspektifine sahip olur? Amacın iyileştirme olmadığı, adından belli. Ya da şöyle söyleyelim; cezalandırarak iyileştiremezsiniz.
Cezaevlerindeki hukuksuz uygulamalar temelini İmralı tecridinden alıyor. Bu durumu aşmak için nasıl bir mücadele gerekiyor?
O’nunla beraber farklı dillerden, dinlerden, ırklardan, renklerden milyonlar var. Yani özgürlük meselesi capcanlıdır. Sözün özü, Kürt’üyle, Türk’üyle hepimizin özgürlük iradesinin düzeyi artarsa; İmralı işkence sistemi de artık çöker.
Mücadele etmek isteyen herkes, özellikle çağımızda gerçekleri görme ve onları görünür kılma tutumunda olmalıdır. Bu coğrafyanın insanlarıyız ve hepimize çok ağır şeyler dayatılıyor. Barış ve özgürlük yanlılarına çeşit çeşit işkence, baskı, ölüm, acı zor. Kalan diğer kesimler belki maddi refah yaşıyorlar ama manevi huzur bulduklarını sanmıyorum. Çünkü maddi refah üstlerinin bizlere olan kin ve nefretini paylaşmaktan geçiyor. Kimse bunları yaşamak zorunda değil. Ve tabii bunun için hepimiz gerçekleri bilmek zorundayız. Coğrafyamızın içinde olduğu halin en ağır bir savaş hali olduğunu kabul etmek zorundayız. Nesillerdir savaşa doğuyoruz fark etsek de etmesek de. Bunu kabul etmeyenler artık kabul etmek zorunda. İşte en az yüzyıllardır bu coğrafyada savaşın olmadığını iddia edenler, İmralı Adasında Sayın Abdullah Öcalan’a gittikçe ağırlaşan bir tecrit uyguluyorlar. Tam 25 yıl oldu. Bir insan bu kadar özel bir işkenceye tabi tutuluyorsa, o suçlu olduğundan değil. Bu tecrit işkencesi ciddiyetli tarihsel bir haklılığın ve dahi bir hakikatli duruşa karşı olan savaşın sonucudur. O zaman İmralı’da tecridin kalkması bir yana Sayın Abdullah Öcalan’ın fiziki özgürlüğü, başta coğrafyamızın hakikatle buluşma bayramı olacak.
Abdullah Öcalan gerçeğinin daha fazla bilinmesi gerekiyor. O yüzden sorunuzu cevaplamaya böyle başladım belki. Hakikat toplumsal bir konu. Abdullah Öcalan hakikatini toplumsal yaşama daha çok işlemek bir büyük ihtiyaç. Çünkü Sayın Öcalan ömrünü toplumsallığa adamıştır. Onun demokratik özgürlükçü fikir ve eylemleri toplumsal tüm sorunları çözmek içindir.
Ben üzülerek, gerçek bir özgürlük bir yana, özgürlük tahayyüllerimizin dahi zayıf olduğunu biliyorum. İşte O’nu okuyarak “Özgürlük nasıl olur?” rahatlıkla öğrenilebilir. “Özgürlük nasıl katılır yaşamın bir gününe?” bu kavranır. Bütün bunlar olursa; hepimiz özgürlüğün hakikaten ne olduğunu bilirsek bir avuç kesim milyonlara ölümü-açlığı reva görmez. Çünkü o milyonlar buna izin vermez. Bu irade özgürlük bilinci ile oluyor ancak. Özgürlüğe eskimiş, nostaljik bir idealmiş gibi yaklaşılıyor. Hep eski tarihten özgürlüğe dair izlenimler ediniliyor. Bu ancak özgürlük karşıtlarını sevindirir. Sayın Öcalan özgürlüğe aşkla yaklaşır ve O’nun eylem gücüdür. Ve O, 2023 Türkiye’sinde İmralı Ada Cezaevi’nde hala yaşamaktadır. O’nunla beraber farklı dillerden, dinlerden, ırklardan, renklerden milyonlar var. Yani özgürlük meselesi capcanlıdır. Sözün özü, Kürt’üyle, Türk’üyle hepimizin özgürlük iradesinin düzeyi artarsa; İmralı işkence sistemi de artık çöker.
Öcalan’ın özgürlüğü için 74 ülkede ortak kampanya başlatıldı. Ama Türkiye ise Öcalan ve fikirlerine karşı tecrit uyguluyor. Bunun nedeni nedir?
Öncelikle bu kampanyanın coşkulu, tüm değerli emekçilerine içten sevgi, selamlar iletiyorum. Sincan Kadın Cezaevindeki tüm politik kadın tutsaklar adına. Kampanya Sayın Öcalan’ın yaşı gereği 74 ülkede başlamış ve aynı gün hızla daha çok ülkeye yayılmış, duyduk. Bu güçlü başlangıç, mutlak zaferle taçlanmalıdır. Bulunduğum zindandan da şu an iki arkadaşımız 10 günlük bir açlık grevindedirler Sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğü için. Moral-motivasyon oldukça yüksek.
Kürtlerin dünya insanlığı içinde hak ettikleri yeri alması Sayın Öcalan ile ancak olur. Bugün ülkelerdeki tüm halklara nefretle beraber gerilik de dayatılıyor aslen Türklerin ve tüm diğer Türkiye halklarının dünya insanlığı içinde aydın bir düzeye gelmesi de yine Sayın Öcalan ile olur. Türkiye’de bu iki noktadan herkes fayda görür. Fayda görmeyenler savaşı yaratanlardır, yönetenlerdir, savaşın sürdürücüleridir. Sonuçta da Sayın Öcalan’a yaklaşım, savaş ve barış gerçekliği oluyor. O’na tecrit savaşsa, barış için de zehir oluyor.
MA / Dicle Müftüoğlu - Sincan Kadın Kapalı Cezaevi