HABER MERKEZİ - Amed Barosu Başkanı Nahit Eren, mutlak tecridin olduğu İmralı'da hak ve özgürlüklerin kısıtlandığına işaret ederek, "Bu ihlalin bir an önce giderilmesi gerek. Avukatların müvekkilleri ile görüşmeleri gerekir" dedi.
Amed Barosu, İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde incelemelerde bulunmak için 21 Kasım'da Adalet Bakanlığı’na üçüncü kez başvurdu. Başvuruda, “28 Kasım 2021 tarihinde İmralı Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda baromuz tarafından temel hak ve hürriyetlere ilişkin gözlem ve tespitlerde bulunulması amacıyla 5275 sayılı kanunun 85/1. maddesi gereğince Bakanlığınızdan izin verilmesi, baromuz üyesi 107 avukat tarafından İmralı Yüksek Güvenlikli Cezaevindeki avukat-müvekkil görüşünün sağlanmaması nedeniyle mesleki faaliyetlerin sürekli bir şekilde engellendiğinin bildirilmesi üzerine 14 Aralık 2022 tarihinde mesleki faaliyetlerinin icrası önündeki engellerin kaldırılması talebiyle Bakanlığınıza başvuruda bulunulmuştur” ifadelerine yer verildi.
'İHLAL GİDERİLMELİ'
Amed Barosu Başkanı Nahit Eren, yapılan başvuruya dair Yeni Yaşam gazetesinin sorularını yanıtladı.
İmralı'da aile ve avukat görüşmelerinin neden engellendiğini sormak için bakanlığa daha önce başvuruda bulunduklarını hatırlatan Eren, "Hem avukatlar boyutuyla hem de İmralı adasında bulunanlar açısından da temel hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiğini, bunun artık kötü muamele ve işkence boyutuna geldiğini, her bireyin Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları ve uluslararası sözleşmelere göre sahip olduğu hakları kullanma konusunda bu mutlak engellemenin, bu katı engellemenin doğru olmadığını belirttik" dedi.
Bir buçuk yıl önce yaptıkları başvuruya yanıt verilmediğini aktaran Eren, "Son başvurumuza da şu aşamaya kadar bir cevap alamadık. Şu an mutlak bir şekilde temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı konusunda somut bir durum var. Bu ihlalin bir an önce giderilmesi gerek. Avukatların mesleki faaliyetlerini icra etmesi adına müvekkilleri ile görüşmeleri gerekiyor. İmralı adasında bulunanların anayasal ve uluslararası sözleşmelerden sahip olduğu hakları kullanım konusunda engellerin bir an önce ortadan kaldırılması lazım" diye kaydetti.
Eren, "Şu anki durum bir hukuki bir mesele, ama bunu salt bir hukuki bir mesele olmadığını da biliyoruz. İmralı’ya gidiş geliş ya da avukat ve aile bireyleri ile görüşün engellenmesi tamamen bir devlet politikası. Bunun temelinde yine Kürt sorunun çözümsüzlüğü yatıyor. Öte taraftan Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl çözümüne yönelik gelişen süreçlerde o trafiğin ne kadar yoğun bir şekilde işletildiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Hem yasal anlamda avukatların gidiş gelişi hem de başlatılan süreçlerle bağlantılı siyasi parti temsilcileri, milletvekillerinin gidip geldiğini çok iyi biliyoruz" ifadelerini kullandı.
KÜRT SORUNUNUN AKTÖRLERİ
"Bugünkü engellemelerin temelinde Kürt meselesinin salt bir güvenlik sorunu olarak görme anlayışının sebep olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz" diyen Eren, şöyle devam etti: "Kürt meselesinin çözümsüzlüğü, Türkiye’deki birçok sorunun temelini oluşturuyor. Türkiye’deki demokrasi sorunu temelini oluşturuyor. Türkiye’deki demokrasi sorunu Kürt meselesi çözümsüzlüğünden kaynaklanıyor. Türkiye’deki özgürlüklerin kısıtlanması ya da Türkiye’deki temel haklar ve özgürlük alanının daraltılması tamamen bu mesele ile ilgilidir. Bu anlamda Kürt meselesinin çözümü açısından İmralı adası ile temasın iletişimin kurulması geçmiş pratik ve deneyimlerden de anlaşılacağı üzere sorunun çözümün açısından önemli bir muhataptır. Bu anlamda biz hep şunu söyledik; eğer bir sorunun çözümü açısından bir irade açığa çıkacaksa tabi ki bu iradeyi besleyen ya da iradeye uygun bir şekilde bir çözüm alanı yaratmak sürecin aktörleri ile kurulacak temas ve iletişimden geçer. Bir yanı ile İmralı adası bir aktör bir yanıyla Kürt toplumu kendisi bir aktör, sivil toplum, meslek örgütleri bir aktördür. Sorunun köklü çözümü için bütün aktörlerin devreye sokulması gerekir. Hala Abdullah Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisi, söz sahipliği ya da söylemlerinin karşılık bulması sorunun çözümü açısından önemli bir olgudur."
Eren, tecrit politikası ile cezaevinde artan ihlaller arasında paralellik olduğuna işaret ederek, "Kürt meselesinin çözümsüzlüğü; dışarıda aşırı güvenlikçi politikalar, gözaltılar, tutuklamalar iken cezaevinde ise baskıya dönüşüyor. Koşulların daha da ağırlaşmasına dönüşüyor. Son zamanlarda hasta tutsaklarla ilgili, özellikle katı tutum nedeni ile insanlar cezaevinden tabutlarla çıkmaya başladı. En temel olan yaşam hakkı ve buna bağlı olarak sağlık hakkı bu kadar ihmal edilmesi, ihlal edilmesi gerçekten kabul edilebilir değil. İnsan haklarına bağlı bir hukuk devletinden bahsedebiliyorsak; cezaevindeki infaz sistemini bir öldürme aracına dönüştüremezsiniz. Maalesef Türkiye’de şuan böyle bir pratik söz konusudur" ifadelerini kullandı.