İSTANBUL - Tarihçi Erdoğan Aydın, Lozan Antlaşması’yla Kürtlere imha ve inkar konseptinin biçildiğini belirterek, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Cumhuriyet” tezinin çözüm olduğunun altını çizdi.
Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletleri ile Türkiye Cumhuriyeti arasında 24 Temmuz 1923’te İsviçre’nin Lozan kentinde imzalanan ve Kurdistan’ı resmi olarak 4 parçaya ayıran Lozan Antlaşması yüzüncü yılını geride bıraktı. Antlaşma öncesi 1921 Anayasası, Anadolu ve Mezopotamya topraklarında yaşayan tüm halklara ortak yaşamı vaat ederken, antlaşmanın imzalanmasıyla beraber Kürtlerin yüzyıllardır yaşadıkları topraklar Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında dört parçaya bölündü. Kürtler, geride kalan yüzyılı bu devletlerin imha, inkar ve asimilasyon politikalarına karşı mücadeleyle geçirirken, gelinen süreçte bu politikaları boşa çıkarmak için ulusal birliklerini inşa etmeye çalışıyor.
Tarihçi yazar Erdoğan Aydın, Lozan öncesi ve sonrasında Kürtlere yönelik yürütülen politikalar, ikinci yüzyılında Kürtlerin izlemesi gereken yol haritasına dair değerlendirmelerde bulundu.
Erdoğan Aydın
1921 ANAYASASI’NIN NİTELİĞİ
Lozan’ın imzalanmasının öncesi atmosfere değinen Aydın, milli mücadele dönemi sonrası kurulan cumhuriyetin inşa sürecine işaret etti. Bu süreçte oluşturulan 1921 Anayasası’nın ülkenin kurucu iki unsuru olan Türkler ve Kürtler açısından eşit ve birleştirici nitelikte olduğunu belirten Aydın, “Bu Anayasa’da Türklük vurgusu yok. Kürtlük de özel olarak geçmiyor ama genel olarak bu Anayasa çok kıymetli bir coğrafyada yaşandığını kabul eden ve bir ulus devletin değil, halkların çıkarları doğrultusundaki bir Anayasa’yı ifade ediyordu. Bu Anayasa aynı zamanda yerel yönetimci, özerklikçi bir anayasaydı” dedi.
ORTAK BİRLİKTELİK VURGUSU
Ortak birlikteliğin 1921 Anayasası’nın yanı sıra dönemin belge ve görüşme tutanaklarına da yansıdığını vurgulayan Erdoğan, “Resmi tarihçiler bizden bunu saklasalar da Erzurum ve Sivas kongrelerinde birbirinin eşiti ve birbirinin kardeşi olan iki halkın ırki ve sosyal haklarını kullanmalarını, geliştirmelerini taahhüt eden sonuç bildirgeleri vardı. Örneğin Meclis zabıtlarında Kürtler ve Türkler ifadesi geçiyordu. Daha da önemlisi Amasya protokollerinin 2’nci maddesinde de çok net bir şekilde ‘Vatan Türklerin ve Kürtlerin yaşadığı yerlerdir ve bu vatanda Türkler ve Kürtler birbirinin ırki haklarına saygı duymak koşuluyla kardeştirler’ diyordu” hatırlatmasında bulundu.
KÜRTLERE OLAN İHTİYAÇ
Türk egemen güçlerin de bu durumun farkında olduğunu ve dönemin konjonktürüne göre pragmatik bir yaklaşım sergilediklerine işaret eden Erdoğan, “Türk egemen güçler Erzurum Kongresi’nden başlayarak şöyle davrandılar; ‘Bizim şu anda milli mücadeleyi kazanmak için Kürtlere ihtiyacımız var. Asker deposu, para bulma, saklanma ve kongre planlamak gibi birçok anlamda biricik güvenli bölge Kürdistan.’ Dolayısıyla Mustafa Kemal ve çevresi sık sık ‘Biz Türkçülük yapan ve Türkçülük adına Ermenileri yok eden ittihatçılar değiliz. Biz Kürt’üz, Laz’ız, Çerkez’iz’ diyordu. Çünkü ittihatçıların programında Türkleştirme, İslamlaştırma politikası vardı. Dolayısıyla da buna ihtiyaç vardı” diye belirtti.
EGEMENLERİN LOZAN STRATEJİSİ
Yunanistan'ın savaşı kaybetmesi ve İngiltere'nin ise doğrudan askerlerini savaşa sürmemesi sonucunda Türk egemenlere göre bu ihtiyacın tamamlandığını belirten Erdoğan, sonrasında gelişen süreci şöyle anlattı: “Lozan’a gidilirken bir uzlaşma zemini gerekiyordu. İşte bu uzlaşma zemini Lozan'da korunurken, Meclis’te delegasyon seçildi. Kürt egemen sınıfları o delegasyonda kendileri de olmak için özel bir çaba göstermediler. Türk egemen sınıfları ne dedilerse, onlara çok güvendikleri için destek verdiler. Fakat başta Mustafa Kemal olmak üzere delegasyon başkanı İsmet İnönü, delegasyonun ikinci adamı Rıza Nur, dönemin Başbakanı Rauf Orbay Türkçü insanlardı ve aslında Kürtlerle sadece geçici bir ittifak yapmışlardı. Lozan öncesi de çok önemli stratejik vizyonları vardı. O da şuydu; ‘Meclis ve Kürtler adına Lozan’a gideceğiz ama orada Türklükten bahsedeceğiz, sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracağız ve sadece Türk vatandaşlığını esas alacağız.”
‘LOZAN’DA KÜRT KELİMESİ GEÇMEDİ’
Lozan’a böyle bir stratejiyle gidildiğini, görüşmelerin de bu çerçevede yürütüldüğünü belirten Erdoğan, “Lozan’da yapılan görüşmelerde azınlıklar konusunda İngilizler ve diğer ülkelerin ifadelerine rağmen azınlıklar komisyonunun delegasyonları ısrarla ‘Sadece dini bir azınlık var, onlar da gayrimüslimlerden ibarettir, onun dışında Kürtler veya Müslümanlık içi başka bir azınlık kabul etmiyoruz’ dediler. Görüşmeleri tıkadılar ve bu tıkanmaların sonucunda İngilizler bu durumu kabul ettiler. Tutanaklar ve anlaşmanın sonuç metinlerinde Kürt ve Kurdistan kelimesi asla geçmedi ama Türk, Türk vatandaşlığı, Türkiye kavramları sıklıkla kullanıldı. Sonuçta antlaşma bittiğinde karşımıza Türk devletinin temsilcilerinin uluslararası düzeyde onay aldıkları ama Türkler dışında Kürt halkının en küçük anlamda sözünün geçmediği bir antlaşma çıktı ortaya” diye belirtti.
LOZAN’DA KÜRTLÜĞÜN TASFİYESİ
“Lozan’a Meclis temsilcisi olarak gidenler, Türk devletinin temsilcileri olarak geri döndüler” diyen Erdoğan, sürecin Kürtlüğün tasfiyesi temelinde şekillendiğini belirtti. Erdoğan, “Lozan sonrası yaptıkları ilk iş, 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat yasası çıkartarak, artık Kürtçe eğitim yapabilme imkanını ve dolayısıyla Kürtçe dilinin yasağını başlatmış oldular. Bir müddet sonra 1924 Anayasası üretildi. Bu Anayasa’nın 1921 Anayasa’sından farklı olarak çok net bir şekilde Türklükten, Türk devletinden, Türk’ün hürriyetinden bahsedildi. En önemlisi de Anayasa’nın 88’inci maddesinde ‘Bu topraklarda yaşayan herkes Türk kabul edilir’ denildi. Dolayısıyla Türk olmanın dışında bir kimliğin anayasal, yasal hak elde edebilme imkanı fiilen ortadan kaldırıldı. Yani Lozan’a gidilirken Türkler, Kürtler ve diğer halklardan oluşan bir bileşim varken, Lozan’dan dönüldüğünde sadece Türkler, Türklere ait bir devlet ve uluslararası alanda da onay almış bir hal söz konusuydu” dedi.
KÜRTLÜĞÜN ANAYASAL İNKARI
1924 Anayasası ile Kürt inkarının anayasal düzeyde ilan edildiğini ve Lozan öncesi Kürtlere verilen taahhütlerin yerine getirilmemesinden kaynaklı Şeyh Said direnişinin yaşandığını belirten Erdoğan, “Kimileri bunu sadece hilafetin tasfiyesine bağlar, evet hilafetin tasfiyesinin de bir payı var ama asıl mesele inkar edilen Kürtlüğün yeniden savunma ve dillendirme ifadesidir. Kaldı ki burada doğrudan organize bir isyanda söz konusu değildir. Tam tersine Şeyh Said ayaklansın diye adeta bir kışkırtma ve provokasyon söz konusudur. Dolayısıyla buradan hareketle aslında Şeyh Said ayaklanması adeta Kürtlerin üzerine fiziki imha ile gidilmesi için organizasyon olarak karşımıza çıkmıştır. Ardından da her şeyin yasaklandığı Takrir-i Sükun kanunu çıktı ve memleket adeta bir sıkıyönetim konumuna sokuldu. Bir müddet sonra 1925’te Şark Islahat Planı ilan edildi. Şark Islahat Planı ile beraber Kürtlerin Türkleştirilmesi, Türkiye sınırları içerisinde kalan Kurdistan’ın da Türkiye’nin kopmaz bir parçası haline getirilmesi çabasıydı” ifadelerinde bulundu.
Bu süreçte Kürtlere dönük yürütülen imha ve inkar politikalarının Lozan Antlaşması ile doğrudan orantılı olduğunun altını çizen Erdoğan, bu nedenle Lozan’ın ilk yüzyılından önemli dersler çıkarılması gerektiğinin altını çizdi.
‘ÇÖZÜM DEMOKRATİK CUMHURİYET’
Yeni yüzyılda Lozan’ın devre dışı bırakılması için PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çözüm perspektifi niteliğindeki Demokratik Cumhuriyet önerisini sunan Erdoğan, şöyle devam etti: “Demokratik Cumhuriyet, Türkiye'de her sınıfın, kimliğin, ulusun ve inancın kendi haklarıyla yaşadığı yer demektir. Bugünkü Lozan’ın çerçevelediği Türkiye Cumhuriyeti, anti demokratik bir cumhuriyettir ve bunun bir an önce demokratikleştirilmesi sadece Kürtler, Aleviler ve emekçiler açısından değil, Türkler açısından da, biricik huzur imkanıdır. Bu yüzden bunun için sadece Kürtlerin kendilerini anlatması yetmez. Türk'ün de Arab’ın da Acem’in de ve tüm dünyanın da ikna edilmesi lazım. Çünkü artık Kürtler Irak'ta, Suriye'de, Türkiye'de ve İran'da belli bir kurumlaşma, devletleşme, özerkleşme, siyasette aktif özne olma konusunda belli bir konuma gelmiş vaziyettedirler. Dolayısıyla Türkiye'nin, Irak’ın, Suriye’nin, İran'ın sağduyulu olmasını ve bu hakkın tanınmasını beklemek durumundayız. Onların zorlamak durumundayız. Dünyanın da bu doğrultuda bir çaba göstermesi lazım. Ama şu nettir; artık geriye gidiş mümkün değildir. Yani amiyane tabirle cin şişeden çıkmıştır. Şişeye sokulması mümkün değildir. Çözümün eşiğindeyiz ama bu çözümün kısa vadede mi yoksa uzun vadede mi çözüleceği meselesine, bölgenin halkları ve dünyanın dengeleri tayin edecektir.”
MA / Ergin Çağlar - İbrahim Irmak