AMED - II. Abdülhamid'in İstibdat rejiminden bugüne basın özgürlüğü noktasında bir şeyin değişmediğini söyleyen DFG Eşbaşkanı Serdar Altan, gazeteciliğin onurunu korumak için mücadele edilmesi gerektiğini vurguladı.
II. Abdülhamid'in “İstibdat Dönemi” olarak adlandırılan ve basında sansürün kaldırılması olarak tarihe geçen 24 Temmuz 1908’in üzerinden 115 yıl geçti. Ancak o günden bu yana değişen pek bir şey olmadı. Basın mensuplarının sansür memurlarını gazetelere sokmadığı 24 Temmuz 1908'in ertesi günü ilk kez gazeteler sansürsüz olarak yayınlanırken, bu tarih 1946 yılında kurulan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) tarafından 1971 yılına kadar "Basın Bayramı" olarak kutlandı. Gazeteci meslek örgütleri tarafından 22 yıl boyunca “Basın Bayramı” olarak kutlanan 24 Temmuz, 12 Mart 1971 Muhtırası sonrasında yine TGC tarafından baskıların “İstibdat Dönemi”ni aratmayacak uygulamalara maruz kalmasıyla birlikte “Geleneksel Gazeteciler Günü ve Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü” adını aldı.
1971 Muhtırası’ndan bu yana basın özgürlüğü için mücadele günü olan 24 Temmuz’un 115’inci yıldönümünde bugünde gazeteciler üzerinde baskılar devam ediyor. AKP- MHP eliyle getirilen ve kamuoyunda “Sansür Yasası” olarak bilinen “Basın Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” 22 Ekim 2022’de Resmi Gazete’de yayımlanması ardından var olan baskılar artarak, devam ediyor.
DFG: 2022 YILINDA 39 GAZETECİ TUTUKLANDI
Türkiye’de 2022 yılında gazetecilere yönelik baskıların en fazla yaşandığı yıllar arasında oldu. 2022 yılında düzenlenen gözaltı operasyonlarında 39 gazeteci tutuklanırken, 76 gazeteciye ceza verildi. DFG verilerine göre 1 Temmuz 2023 tarihinde Türkiye cezaevlerinde 75 gazeteci bulunurken, 16 Haziran’da tutuklanan ve 13 ay sonra hakim karşısına çıkan 16 gazeteci ile tutuklu gazeteci Abdulkadir Turay’ın tahliyesi ile birlikte bu sayı 68’e düştü.
Yine Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) verilerine göre son dört yılda en az 234 gazeteci fiziki saldırıya uğrarken, 118 gazeteci sözlü veya çevrimiçi tehdide maruz kaldı.
TÜRKİYE 16 SIRA GERİLEDİ
Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütünün hazırladığı 2023 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde Türkiye, geçen yıla göre 16 sıra gerileyerek 180 ülke içerisinde 165'inci sırada yer aldı. RSF'ye göre Türkiye, “sorunlu” kategoriden “vahim” kategorisine geçti.
Geleneksel Gazeteciler Günü ve Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü”nün 115’inci yıldönümünde 16 Haziran 2022’de 16 meslektaşıyla birlikte tutuklanan ve 13 ay cezaevinde kaldıktan sonra ilk duruşmada tahliye olan Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG) Eşbaşkanı Serdar Altan ile gazeteciler üzerindeki baskıları ve iktidarın politikalarını konuştuk.
24 Temmuz “Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü” olarak tanımlanıyor. Siz de basın özgürlüğü kapsamında yaptığınız programlar nedeniyle Haziran 2022’de tutuklandınız. O süreçten başlarsak, gazeteciler Amed’te neden gözaltına alındı?
Politik atmosfer her dönemde düşünce ve ifade özgürlüğü ile basın özgürlüğü üzerindeki baskılardan bağımsız değildir. Medyanın üstlendiği rol hem halk hem de yönetenler açısından her zaman etkilidir. İktidarlar baskı araçlarını da her dönem basın üzerinde kullanmıştır. Türkiye genelini esas alırsak; halkın, demokratik çevrenin üzerinde ciddi bir baskı, talan politikası yürütülüyordu. Seçim atmosferine de girilmeye başlanmıştı. Özellikle Mayıs 2023 seçimleri büyük önem atfedilen bir seçimdi. Seçim öncesi Güney’de, Rojava’da savaş tamtamlarının çaldığı bir süreçte basın, hem halkın sesini duyurma hem de iktidarın yarattığı baskı politikasını teşhir etme konusunda önemli bir rol oynuyordu. Bu kapsamda iktidarlar bir yerde sessizlik istediğinde, ilk akıllarına gelen basına, gazetecilere baskı uygulamak oluyor. Bize yönelik operasyon da böylesi bir ortamda gerçekleşti. Kürt gazeteciler, halkın sesini duyurma konusunda önemli bir çaba içerisindeydi. Bu da gazetecileri hedef haline getiren bir durumu yarattı. Çok kapsamlı bir operasyon gerçekleşti. Operasyonun yapılış biçimi, kurumların derdest edilmesi, bir ay boyunca işgal edilmesi, adeta kurumlarda karakol kurulması, 20 gazetecinin gözaltına alınması, 8 gün boyunca gözaltında tutulması ve tutuklanması bunu açıklar nitelikteydi. Ayrıca el konulan malzemeler, çalışmanın bir bütünen durdurulmaya yönelik olduğunun göstergesiydi.
Hem tutuklandığınızda hem de mahkeme salonunda gazetecilik mesleğinizin yargılandığını dile getirdiniz. Tutuklandığınız dönemde el konulan kameralarınız, fotoğraf makineleriniz, bilgisayarlarınız suç aleti olarak kamuoyuna servis edildi. “Suç delili” olarak ana akım medya tarafından servis edilen fotoğraf ne anlama geliyor?
O fotoğraf ülkenin geldiği hali gösteren bir fotoğraftı. O fotoğraf ‘Bunlar gazeteci, suç aletleri de bu kamera ve fotoğraflar. Bunlar da onların gazeteci olduğunun kanıtı’ olarak kamuoyunda yankı buldu.
Gözaltı sürecinde biz soruşturma hakkında bilgilendirilmezken, yandaş basın üzerinden “örgüt üyeliği” ithamlarıyla karşı karşıya kaldık. Eğer “örgüt üyesi” iseniz sizin suç aletiniz yani silahınız olması lazım. O örgütsel faaliyeti yürüttüğünüz araçlarınız olmalı. Bize de yapılan suçlamaya binaen silah olarak kameralarımız, fotoğraf makinelerimiz, bilgisayarlarımız, harddisklerimiz gösterildi. Bir de çok utanmaz bir şekilde ‘TEM Şube’ yazısı altında sergileme gafletinde bulundular. Birtakım insanları alıyorsunuz ve ‘bunlar örgüt üyesi’ diyorsanız, silah olarak lanse ettiğiniz ise onların araç gereçleri… O fotoğraf ülkenin geldiği hali gösteren bir fotoğraftı. Ama elbette ki bu fotoğraf bizzat kendilerini tekzip eden bir fotoğraftı. O fotoğraf ‘Bunlar gazeteci, suç aletleri de bu kamera ve fotoğraflar. Bunlar da onların gazeteci olduğunun kanıtı’ olarak kamuoyunda yankı buldu.
Daha sonra birçok kez programlarınız da da ihlalleri konu aldığınız cezaevine gönderildiniz. Neler hissettiniz?
Özellikle dayanışma azalması ya da çoğalması orada tutsak edilenleri ciddi oranda etkiliyor. Dayanışmanın bilince çıkarılması gerektiğini daha da fark ettik.
Cezaevinde neler yaşandığını, atmosferi, baskı ortamını, hak ihlallerini biliyorduk. Oradaki tecrit ve izolasyon, tutsaklar üzerinde yürütülen politikalar, iradesizleştirmeye dönük politikalar malumumuzdu ama bunu yaşamak çok farklıydı.
Dört duvar arasında hapsediliyorsunuz, özgürlüğünüz kısıtlanıyor. Özellikle bu gazeteciler açısından daha da zor bir hal alıyor. Gazeteci daha özgür bir ortamda sürekli haber peşinde koştuğu için işin bir parçası olarak sınır tanımayan bir yapısı vardır. Bahsettiğim o aşina olma durumu, yaşanabilecekleri öngörme durumu deneyimli olmasak da sanki deneyimlemiş gibiydi ancak özgürlüğün kısıtlanması açısından zorlayıcıydı.
Cezaevleri sistemsel olarak, kişinin iradesini teslim almaya yönelik dizayn edilmiştir. Nitekim yapısıda böyledir. Tek amaçları kişiyi iradesizleştirme ve teslim almadır. Bunu da baskı politikalarıyla gerçekleştirmeyi hedefler. Bu çaba yıllar yılı devam ediyor. 1980 darbesi sonrası 40 yıllık süreçte iradeyi teslim almaya dönük çaba hep vardı. Ancak buna karşı direniş te söz konusuydu. Bizim açımızdan da bu böyleydi. Biz de irademizi teslim etmemeye dönük kendimizi konumlandırdık. Bu cezaevinin o zor sürecini atlatma açısından daha iyi bir şekilde ortaya çıkıyordu.
Özgürlüğün kısıtlanması, ailelerimizin yaşadığı sıkıntılar bizleri zorlayan süreçlerin başında geliyor. Tutsakların ailelerinin cezaevlerine girerken yaşadıkları, maruz kaldıkları uygulamalar bu açıdan hem içerdekiler olarak bizleri hem de ailelerimizi zorluyordu. Dışarıdaki mücadelenin içeri yansıma biçimi oradaki iradi duruş sergileyen tutsakları nasıl etkilediğini insan daha iyi görüyor. Özellikle dayanışma azalması ya da çoğalması orada tutsak edilenleri ciddi oranda etkiliyor. Dayanışmanın bilince çıkarılması gerektiğini daha da fark ettik. Elbette ki cezaevinde bulunan tutsaklarla sadece değil onların aileleri, yakınlarıyla bir temas içerisinde olan insanlarla dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu gördük. Bu ayakta tutuyor, güçlendiriyor.
24 Temmuz “Geleneksel Gazeteciler Günü ve Basın Özgürlüğü İçin Mücadele Günü”nün 115’inci yıldönümünde Türkiye’de basın özgürlüğünün tablosu nedir?
Abdulhamit’in İstibdat rejimi, düşünce ve ifade özgürlüğünü tamamen askıya alan uygulamaları bugün AKP eliyle yapılıyor. Türkiye’de gazeteciliğin kendini var etmesi açısından çok önemli bir süreç. Aradan geçen bunca zamana rağmen çok fazla bir şey değişmedi.
Mahkemede yaptığım savunmanın bir bölümünü de İstibdat Dönemi’nden bugüne gazetecilere yönelik sansürün tarihçesi oluşturuyordu. Türkiye’de gazeteciliğin ortaya çıkışının tarihçesini ele alan bir metin hazırlamıştım. Osmanlı döneminden ele aldığımızda gazetecilik, devlet güdümünde ortaya çıkan bir karaktere sahip. Osmanlı’da da Cumhuriyet’te de böyle. Özellikle 32 yıllık Abdulhamit dönemi bu açıdan çok fazla örneklendirilebilinir. Abdulhamit’in İstibdat rejimi, düşünce ve ifade özgürlüğünü tamamen askıya alan uygulamaları bugün AKP eliyle yapılıyor. Türkiye’de gazeteciliğin kendini var etmesi açısından çok önemli bir süreç. Aradan geçen bunca zamana rağmen çok fazla bir şey değişmedi. O devlet güdümünde var olan basın sonrasında bir şekilde devam etti. Bu durum Türkiye’deki gazeteciliğin karakterini oluşturuyor. Nitekim 1909’lardaki ilk gazeteci cinayetlerinden anlıyoruz ki; gazetecilere dönük Osmanlı’dan bu yana sürekli bir baskı hali söz konusu ama buna karşı bir direniş, karşı koyuş da var. Kendini var etme çabası da var. Kürtlerin 40 yıllık mücadele sürecinde Kürt basını, Kürt gazeteciliği, özgür basın olarak formüle ettiğimiz gazetecilik direniş alanı olarak çarpıcı örneklerden biridir. Gerçekten kendini var etmek, gazeteciliğe yeni bir form kazandırmak, karakter oluşturmak için çok büyük bir çaba söz konusu oldu. Her ne kadar Türkiye’de gazeteciliğin sansür ve devlet gazeteciliği olarak karakterize olduğunu söylesek de; Kürt basını da karakterini sürgünde, baskıya karşı direniş olarak formüle etti.
1990’lı yıllarda özgür basının biraz daha açılıp, serpildiği, gazeteleriyle, dergileriyle varlığını biraz daha ispat etme döneminde bir gelenek oluştu. Biz buna ‘Özgür Basın geleneği’ diyoruz. Ape Musa’lardan, Cengiz Altun’lardan, Hafız Akdemir’lerden bir miras olarak bakıyoruz. Onların katledilmesi, mücadelesi Kürt basınına bir direnç kazandırdı. Onların mücadelesi bu direncin mihenk taşıydı. Ayrıca bugünlere gelinmesini de sağlayan yegane mücadele biçimiydi. Osmanlı’da, Cumhuriyet döneminde gazeteler tekzip edilip, yasaklanıp, sansürlenirdi ama Kürt gazeteciler açısından tekzip kurşunla yapılıyordu. Biz buna ‘kurşunla tekzip’ diyorduk; arkadaşlarımız sokak ortasında katledilerek, gazeteciliği ayakta tutma, onurunu korumanın bedelini canlarıyla ödediler. Elbette ki bu bedel çokça yaşandı, tekrarlandı. Sonrasında yine özgür basın çokça bedel ödedi. AKP döneminde katledilen gazeteciler oldu. Gazeteciler sokakta engellendi, soruşturma ve davalarla sesi kısılmaya çalışıldı, kurumları kapatılarak, sesi tamamen yok edilmek istendi. Her ne kadar baskı politikalarıyla susturulmak istense de susmadı.
Kürt basını her dönem iktidarların hedefinde oldu. Bu 1990’larda katliamlar, gazetelerin bombalanmasıyla olurken, AKP döneminde ise tutuklamalar, soruşturmalar, davalar olarak devam etti. Kürt basınının hedef alınmasının, kriminalize edilmeye çalışılmasının sebebi nedir?
Baktığımızda AKP iktidarının Türkiye’de neredeyse susturmadığı kesim kalmadı. En değme, iktidar devirip, yeni hükümetler kuran ana akım medyadan, iş insanlarına, holdinglerden sermaye sahiplerini dahi dize getiren bir iktidardan bahsediyoruz.
Böyle bir ortamda dimdik ayakta duran bir Kürt gazeteci, özgür basın geleneği var. Bu zorlarına gidiyor, tahammül edemedikleri, sindiremedikleri de bu… Devasa organizasyonları bir çırpıda ortadan kaldırıyor, yok ediyor, satın alıyor, satın alamadıklarını sürgün ediyor, susturuyor ama bundan etkilenmeyen bizler onları korkutuyoruz. Çünkü biz gazeteciliği sadece kendini var etme alanı olarak da görmüyoruz. Ayrıca halkın haber alma hakkını savunan bir noktadan bakıyoruz. Bir bütün olarak halkın alanıdır. Özgür basın geleneğinde çalışan gazeteciler politik alandan, ekolojiye, kadından çocuğa habercilik yapan, halkın sesini dile getiren, baskı politikalarını teşhir eden, cezaevlerinde yaşananları kamuoyu gündemine getiren, savaş politikalarını açığa çıkaran, yolsuzlukları, usulsüzlükleri halkın bilgisine sunarak, çabasıyla iktidarı zorluyor. Bunun varlığı birilerini zorluyor.
Kürt gazetecilere yönelik soruşturma ve davalarda tecride, Kürt sorunun demokratik çözümüne, güvenlikçi politikaların eleştirilmesine dair haberler suçlama konusu yapılıyor. Keza sizin iddianameniz de böyleydi. Son olarak da TELE 1 Yayın Yönetmeni gazeteci Merdan Yanardağ, İmralı’da PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde uygulanan tecride dair sözleri gerekçesiyle tutuklandı. Buna dair neler söylemek istersiniz?
Mücadele büyüdükçe iktidarlar daha da çaresiz hale gelirler. Baskı politikaları böyle bertaraf edilir. Bunu başarmak lazım bunun için de irade sahibi olmak gerekir.
Mevzu birebir Kürt meselesiyle ilintili, alakalıdır. Kürt sorununda çözümsüzlük politikaları yaşamın her alanına sirayet ediyor, halkı etkiliyor. Her alanı etkilediği gibi düşünce ve ifade özgürlüğü alanının da etkiliyor. Çünkü bir kırmızı çizgi olarak belirlenmiş. Bundan bahseden çevreler biran da düşmanlaştırılıyor. Bu alana girilmesi istenmiyor. Kürt basınına yönelik baskılarda buradan açığa çıkıyor. Özgür basını aynı zamanda kriminalize ederek, izole etmek istiyorlar. Bu açıdan kırmızı çizgiyi kimse geçsin istemiyorlar. Merdan Yanardağ meselesi de böyledir. Tecritten bahsetmesi, Kürt meselesinin çözümsüzlüğünden bahsetmesi onu hedef haline getirdi ve tutuklandı. Kendileri de biliyor; tecridi dile getirmenin suç olmadığını, Merdan Yanardağ’ın ceza almayacağını, herhangi bir mahkeme ona baskı altında ceza verse dahi bu kararın Anayasa Mahkemesi (AYM) veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) döneceğini biliyor. Ancak amaç göz korkutmak, göz dağı vermek, başkasının da bu sınırları geçmesini engellemedir. Elbette herkesi korkutamaz, gözdağı veremezler, sinen, bir tarafta sessizliğe bürünenler de vardır. Her dönem oluyor. Ancak gazetecilik onurunu koruyan, buna karşı direniş sergileyen gazeteciler de var, var olmaya devam edecek.
*Bu baskılar karşısında gazetecilere ve meslek örgütlerine nasıl bir sorumluluk düşüyor?
Temel perspektifimiz ya da olması gereken bu süreçte var olan baskı ve yok etme politikalarına karşı hem gazeteciliği ayakta tutma hem de nasıl yapılması gerektiğini tartışma, açığa çıkarmaya dönük bir çaba içerisinde olmak gerekir. Madem bir baskı politikası var, bizlere gazetecilik yaptırılmak istenmiyor, bizim de buna karşı en güçlü şekilde durabilmemiz gerekiyor. Bunu dayanışma, biraraya gelme ile yapabiliriz. Derneğimizin Eşbaşkanı hala tutuklu. Bizden sonra Ankara merkezli operasyon gerçekleşti 10 arkadaşımız tutuklandı. Seçim öncesi bir operasyonda yine meslektaşlarımız tutuklandı. Sonra bir kez daha Ankara merkezli operasyon gerçekleşti arkadaşlarımız tutuklandı. Tüm bunlar yapılmak isteneni açığa çıkarıyor. Gizli bir taraf yok. İktidar odakları yürüttükleri faşizan yönelimleri gazeteciler üzerinde somutlaştırıp, bu şekilde toplumu ele geçirme, sessizleştirmeye ve politikalarını hayata geçirme çabası içinde. Gerçekten de gazeteciliğin onurunu korumalıyız.
*Gazetecilere yönelik baskıları, sansürü konuştuk. Türkiye’de düşünce ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü tablosu her ne kadar iyi olmasa da gazeteciliğe yeni başlayan, başlamak isteyenlere mesajınız nedir?
Gazetecilik devinimi olan bir çalışmadır. Yeni arkadaşlarımız dahil oluyor. Kurdistan’da Türkiye’de bu konuda yaşanan sıkıntılar arasında gençler bu meslekten soğutuluyor. Genç arkadaşlar dört elle işlerine sarılmalılar. 24 Temmuz vesilesiyle hep birlikte daha iyi bir gelecek için birlikte gazeteciliği savunarak, baskı politikasını kırmaya dönük bir gazetecilik sergilenebilir. Bunun için herkese görev düşüyor. Herkes bu görev ve sorumlulukla hareket ederse, sorunlar çözülecektir. Gazetecileri biraraya gelmeye, dayanışma içinde olmaya çağırıyorum.
MA / Berivan Altan