İSTANBUL - Tarihçi Mehmet Bayrak, Lozan Antlaşması’nın Kürt sorununu daha da derinleştirdiğine işaret ederek, “Kürt sorununa demokratik ve barışçı bir çözüm bulunmadan Türkiye’de demokrasiyi kurmak ve kurumlaştırmak da mümkün değildir” diye kaydetti.
Tarihçi-yazar Mehmet Bayrak, 100’üncü yılını geride bırakan Lozan Antlaşması’nı ve sonrasında yaşanan gelişmeleri Yeni Yaşam gazetesi için kaleme aldı. Bayrak, “100. Yıldönümünde Lozan Antlaşması ve Kürtler” başlıklı yazısında, Lozan’ın resmi tarih anlayışıyla kutsal bir metin gibi sunulduğunu belirtti. Bayrak, “Bilindiği gibi, bir zamanlar Lozan Antlaşması, İslamcı kesimce irdelenmekte ve daha önce Osmanlı’ya bağlı birçok Müslüman ülkeyi kapsamadığı için bir ‘zafer7 değil; ‘hezimet’ olarak nitelendirilmekteydi. Yani onlar, Müslüman ülkelerin Osmanlı sömürgesi olmaktan kurtulmalarını, Lozan görüşmelerinde bir ‘yenilgi’ olarak değerlendiriyorlardı” diye kaydetti.
ŞARK ISLAHAT PLANI
Türkiye’nin antlaşmayı sorgulayıp eleştirenleri “Sevrci olmamak” ve “hain” olarak nitelendirdiğini söyleyen Bayrak, “Oysa, biliniyor ki, Türkiye’de Kürt sorunu kimilerinin sandığı gibi, salt bugünün sorunu değil; geçmişi 100 yıla dayanan, başka bir söyleyişle 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması’yla yaşıt bir sorundur. Çünkü Lozan Antlaşması’yla, ‘baltası kütükten çıkan’ Türk yönetimi, 1924’te çıkardığı Anayasa’nın ardından 1925’te yayımladığı Takrir-i Sükûn yani ‘Susturma Yasası’ ve aynı yıl gizlice hazırlayıp uygulamaya koyduğu, bizim ilk kez gün yüzüne çıkardığımız ‘Şark Islahat Planı’, bir başka söyleyişle ‘TC’nin Kürt Anayasası’ olarak ikame edilen ‘red- inkâr ve imha’ politikasında aramak gerekir. Bir ‘toplumsal gerileşme hareketi’ olarak nitelendirilebilecek bu kanun ve gizli planlar; sadece bugünkü Kürt sorununu yaratmakla kalmadı aynı zamanda çok partili sisteme son verdi, emekçi kesimin siyasal ve sosyal örgütlenme özgürlüğünü yasakladı ve o günden bugüne milyonlarca insanımızda hasar yarattı” diye belirtti.
LOZAN’A GİDİLEN SÜREÇ
Bayrak, Lozan’a giden süreci şöyle anlattı: "Bu arada, gerek İstanbul’daki İttihad- Terakki yönetimi karşıtı partiler, gerekse Anadolu’ya geçen Kemalistler, Kürtler’e ‘birlikte kurtuluş ve birlikte özgürleşme’ öneriyorlardı. Türk yönetimi, Sevr Antlaşması’nı içine sindirmeyen Kürt halkının rüzgarını arkasına alarak Lozan’a gidiyor ve kendisi adına bir zafer kazanıyordu. Kürtler, Lozan’a ayrıca temsilci yollamıyor ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla Mustafa Kemal’in isteği üzerine, 1923’te Meclis’teki Kürt milletvekilleri Lozan’a telgraf çekerek, İsmet Paşa başkanlığındaki delegasyonun Kürtler’i temsil ettiğini bildiriyorlardı. İsmet İnönü de, bu gerçekliği hatıralarında şöyle anlatıyordu: ‘Sevr Antlaşması ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Antlaşması hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan sınırı bitişiğinde bir Kurdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle birlikte, özellikle Doğu’da Ermeni tehlikesiyle karşılaşacağını biliyorlardı. Milli Mücadele’nin devamınca canla-başla beraberlik gösterdiler. Sonra, Lozan Antlaşması yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize başvurmadılar. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda milli davalarımızı `biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak savunduk ve kabul ettirdik.’ Lozan görüşmeleri aşamasında bu birlikteliğe öncülük eden Kürt milletvekillerinden Bitlisli Yusuf Ziya Bey, Meclis’te şunları söylüyordu: ‘Kürdün birliği, Kürdün itaati, Kürdün iki parçaya ayrılmasında değil, bir parça halinde idare edilmesindedir… Türk’le Kürt işbirliği ederek yaşamazlarsa, ikisi için son yoktur. Bundan dolayı herhangi birisi diğerine ihanet ederse, ikisi için de akibet (son, gelecek) yoktur.’ Ancak, ne yazık ki aynı kişi, Lozan’daki birlikteliğe ön ayak olan Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey ile birlikte bundan iki yıl sonra 1925’te idam ediliyordu…”
ONULMAZ BİR YARA: LOZAN
Lozan’ın Kürlerin halk ve ülke olarak bölünmesiyle sonuçlandığını belirten Bayrak, bu tarihten beri Kürtlerin “onarılmaz bir yara” aldığına yer verdi. Bayrak, “Başta İngilizler olmak üzere Batılılar, Mezopotamya ve Kurdistan üzerinde pazarlık yapıyor; Türk delegasyonu da adeta Anadolu topraklarını kurtarma uğruna Kürtleri feda ediyordu. Görüldüğü gibi, adeta Kürtler’in dışında Kürtler’in aleyhine yazılıp uygulamaya konan bir senaryo söz konusudur. Çünkü Kemalist yönetim, daha 1921 ve 1922’de hem Fransızlar hem de İngilizler’le gizli görüşmeler ve anlaşmalar yapmıştı. Zaten Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Kürt kimliğinin yasaklanması, bu galip devletlerden alınan cüretten kaynaklanıyordu” ifadeleri kullandı.
‘TEK YOL BARIŞI YAKALAMAK’
Tüm bu olumsuzlukların yanı sıra antlaşmanın Kürtlerin kimi kültürel haklarına ilişkin güvenceler de verdiğinin altını çizen Bayrak, yazısında şu ifadelere yer verdi: “Sözgelimi antlaşmanın ‘Azınlıkların Korunması’na ilişkin III. Bölümü’nün 37-45. Maddeleri, diğer bölümlerde Gayrımüslim azınlıklara getirilen hakların yanı sıra, Kürtler başta olmak üzere Müslüman azınlıklara da bazı haklar getiriyordu. Sözgelimi, Antlaşmanın 38. Maddesi şöyleydi: ‘Türk hükümeti, köken, ulus, dil, ırk ve din farkı gözetmeksizin tüm Türkiye vatandaşlarının hayat ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını yükümlenir.’Aynı antlaşmanın 39. Maddesi’nde ise şöyle denmektedir: ‘Din farkı gözetmeksizin Türkiye’de ikamet eden herkes yasa karşısında eşit olacaktır. Hiçbir Türk vatandaşına özel konuşmalarda, ticari ve dinsel yaşamda, basında ya da her türden yayınlarda ya da umumi toplantılarda herhangi bir dili özgürce kullanmasında hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin yanı sıra, Türkçe’den başka bir dil kullanan Türk yurttaşlarına mahkemelerde sözlü olarak kendi dillerini kullanmaları için gerekli kolaylıklar sağlanacaktır’. Kemalist yönetim, Lozan gibi uluslararası bir antlaşmayla kabul ettiği bu hakları bile, 1925’te yürürlüğe koyduğu gizli Şark Islahat Planı ile geri çekiyor ve adeta sonraki tüm olumsuzluklara çanak tutuyordu. Ancak Lozan’dan 100 yıl sonra görülmüştür ki; bu anlayış Kürt sorununu çözmemiş, tersine daha da çıkmaza sokmuştur. Öyleyse, tek yol barışı yakalamak ve sorunları barış içinde çözmektir. Kürtler için de, o gün kader birliği yaptığı Türkler için de tek çıkar yol budur”
LOZAN’IN BEDELİNİ KİM ÖDEDİ?
Lozan’ın, Türkler için bir “kurtuluş” olduğu kadar Kürtler için ise bir “hezimeti” simgelediğine dikkati çeken Bayrak, “20. yüzyıl başlarında Türkler; Türkçü İttihad ve Terakki yönetiminde ‘Çarşıda pirince giderken, Sevr’le birlikte evdeki bulgurdan olmakla’ karşı karşıya kalmış, bu aşamada birlikte mücadele edip, Misak-ı Milli sınırları içinde eşitlik temelinde birlikte yaşama şiarıyla Kürtler işbirliğine ve dayanışmaya çağrılmış, bu dayanışmanın gerçekleşmesi sonucu da, Ege’de Yunanlılarca, güneybatıda İtalyanlarca, güneyde Fransızlarca, güneydoğuda İngilizlerce, hatta kuzeydoğuda Ruslarca işgal edilmiş topraklarını kurtararak kurtuluşa gitmişlerdi. Böylece Misak-ı Milli, Türkler açısından gerçekleşmiş oluyordu. Ya Kürtler?… Kısaca Kürtler, Misak-ı Milli (Ulusal And) ve dayanışma sözlerinde durmuşlar, ancak Türk tarafı sözünde durmamıştı. Nazım Hikmet’in, 1989’da yayımladığımızda tutuklanmamıza gerekçe yapılan şu sözleri bu gerçekliğin yalın bir anlatımı değil midir? ‘Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir. (…) Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketinin tanımayı vaadettikleri millet ve insan haklarını tanımadı, hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü” diye kaydetti.
KÜRT KİMLİĞİNİ YOK ETME POLİTİKALARI
Bayrak, yazısının devamında şu ifadeler yer verdi: “Türkiye 1923’te imzaladığı bu uluslararası antlaşmayı 1925’te aldığı bir gizli kararla bozuyor. Yani Türkiye, Kürt kimliğini yok etmeye dönük yeni Kürt politikasını belirlerken, ilk kez yayımladığımız ve ‘TC’nin Kürt Anayasası’ olarak nitelendirilen Şark Islahat Planı ile, bu uluslararası resmi antlaşmaya uymama kararı alıyor. Kürt kimliğini yok ederek Kürt sorununu çözmeyi öngören söz konusu gizli planın diğer maddelerini bir yana bırakarak, salt Kürtçe’nin yasaklanmasını öngören iki maddesini birlikte izleyelim: Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısn-ı Mansur (Adıyaman), Besni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik il ve kaza merkezlerinde Hükümet ve Belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar; Hükümet ve Belediye’nin emirlerine karşı gelmekle suçlanacak ve cezalandırılacaklardır. Fırat’ın batısındaki illerimizin bazı bölümlerinde dağınık olarak yerleşmiş bulunan Kürtler’in Kürtçe konuşmaları mutlaka yasaklanmalı ve kız okullarına önem verilerek, kadınların Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır.
KÜRT SORUNU BÜYÜDÜ
Görüldüğü gibi, Türkiye, günümüzde taraf olduğu diğer uluslararası antlaşma ve sözleşmelere uymadığı gibi; birincil elden taraf olduğu ve kutsal bir metin gibi sunduğu Lozan Antlaşması’na da uymuyor. Uymadığı içindir ki; o tarihten itibaren Kurdistan sürekli olarak örfî idare, umumi müfettişlik, sıkıyönetim, olağanüstü hal ve kayyum sistemiyle yönetilmeye çalışılmaktadır… Bu 100 yıllık süre içinde Kurdistan’daki uygulamalar, Kürt sorununu çözemediği gibi, halk muhalefetini daha da büyütmüştür. Çünkü dünden bugüne “kan şiddeti, şiddet kanı büyütmüş” ve sorun daha da kangrenleşmiştir. Esasen, Kürt sorununa demokratik ve barışçı bir çözüm bulunmadan Türkiye’de demokrasiyi kurmak ve kurumlaştırmak da mümkün değildir. Askeri yönetimlerin Kürt sorununda çözüm değil, sadece ve sadece çözümsüzlük getirdiği, son 100 yıllık geçmişle zaten ortadadır…
Lozan Antlaşması’nın 100. yıldönümünde herhalde sorun, tüm boyutlarıyla sorgulanmalı ve ilgili platformlara taşınmalıdır. Ola ki, tüm taraflar yeni bir durum değerlendirmesi yapmak zorunda kalır… Aslında, Kürt sorununun demokratik çözümünün anahtarı, Lozan’la verilen hakları bile 1925’te “Şark Islahat Planı”yla gizlice gasp eden Ankara Yönetimi’ne, Başbakan İsmet Paşa’nın şahsında daha 1926’da gönderilen “Memorandum”da ortaya konmuştu… Ne deniyordu bu Memorandum’da: “Biz Kürt Aydınlanma Hareketi, Kürtlüğün hayat ve bekasına suikast edilmemek şartıyla müthiş ve müfrit Cumhuriyet taraftarıyız ve tam anlamıyla sapkınlık kaynağı olan zorbalığın aleyhtarıyız. Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kudretinden yararlanmayı ve Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılar’a, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliğini göstermektir.(..) Aksi takdirde mevcut politikanın devam ettirilmesinde ısrar edilirse Kurdistan veya Şarki Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönüşecektir…”