Şehir şehir dengbêjlerin izini süren bir bakkal

img

DİYARBAKIR - Dengbêj divanlarına olan tutkusu nedeniyle şehir şehir gezerek sesleri kaydeden Hacı Ömer Ekin, şimdilerde Sur’da işlettiği bakkalında bu kayıtları dinleyerek huzur buluyor. 

Hacı Ömer Ekin, Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesi Ziya Gökalp Mahallesi'nde bir bakkal. Komşularının ev ve işyerlerinin anahtarlarını teslim ettikleri, kimi zaman veresiye alışveriş yaptıkları küçük bakkal, geçmiş ile bugün arasında bir zaman tüneli gibi. Fotoğraf, eski para, gazete kupürü, kaset gibi birçok şeyi biriktiren Ekin, yıllara dayanan bu emeğini de dükkânında sergiliyor.
 
Biriktirme ve kayıt alma tutkusu çocukluğuna dayanan Ekin, 1950 yılında Bismil’in ismi Üçtepe olarak değiştirilen Kerxa Kîka köyünde dünyaya gelir. Ekin, ilkokuldan sonra medrese eğitimi görür ve ardından geçimini sağlamak için tarlalarda çalışır. 
 
KÖYDEN SUR’A YOLCULUK
 
Evlendikten sonra 1973 yılında Diyarbakır’a göç eder. Sur’un çevre mahallesinde oturan baldızının evinin bir odasına ailesiyle birlikte yerleşir ve inşaat işçiliği yapar. 1970’lerin sonlarına doğru Sur ilçesine yerleşen Ekin, daha sonra Et-Balık Kurumu’nda işçi olur. Oğlunun radyo tamirciliği yapmak için Sur’da satın aldığı dükkânı emekliliğiyle birlikte şimdilerde huzur bulduğu bakkala dönüştürür. 
 
Kürtlerin en önemli geleneklerinden biri olan Şevbuhêrklerin (gece meclisleri) yaşandığı dönemlerde büyüyen Ekin, çocukluktan dengbêjlere, divanlara, hikayelere ilgi duymaya başlar. 
 
DENGBÊJLERİ DİNLEYEBİLMEK İÇİN…
 
12 yaşında dengbêjlere ve kilamlara merakıyla başlayan serüveninde divanların kurulduğu odaya girmenin yollarını arayan Ekin, o günleri şöyle anlatıyor: “Eskiden köylerde odalar vardı. Yaşı ilerlemiş erkekler bir odada, gençler ise başka bir odada otururdu. Yaşım küçük olduğu için o odaya giremezdim; ama o odaya girmenin yollarını arardım. Büyükler su isteyince seslenir ve gençleri çağırırlardı. Ben de sırf odaya girebilmek için su işini üstlendim. Sırf onları dinleyebilmek için yıllarca o hizmeti yaptım. O odada anlatılanlardan çok şey öğrendim. Anlatılan hikayelerin tamamını dinledim ve not tuttum. Bugünlere kadar da onları saklıyorum. ”
 
HER DEYİMİN BİR HİKAYESİ VAR
 
Birçok deyimi ve bunların öyküsünü de bu divanlarda öğrendiğini söyleyen Ekin, bunlardan birini şöyle paylaşıyor; “‘Bir kişi yolda yürür iken koca bir yılanın ayıyı sardığını ve boğmaya çalıştığını görür. Bu adam da bıçakla yılanı parçalayarak ayıyı kurtarır. Bu yüzden de ayı bu kişiye sarılarak teşekkür ederek bu iyiliğin karşılığını ödemek ister. Ayı ve adam arkadaş olur ve birlikte gider. Adam yolda giderken bir ağaç altında soluklanır ve uyumak ister. Yaz olduğu için ağaç altında uyumak isteyen adamı sinekler rahat bırakmaz, yüzüne konar ve uyumasını engeller. Ayı da adamı rahatsız eden bu sineği öldürmek ister. Sinek adamın yüzüne konduğu zaman yerden büyükçe bir taş alıp kafasına vurur. Taş çok büyük olduğu için, sineği öldürmekle birlikte adamın beynini de dağıtır ve ölmesine sebep olur.’ Bu hikayeyi anlatan kişi hikayenin özünün ‘Bi ehmeqan re hevaltî nayê kirin (Ahmaklarla arkadaşlık yapılmaz)’ deyimi olduğunu söyledi. Buna benzer çok fazla hikâye var, bunların hepsini defterime not ettim.”
 
KİLAMLARI KAYDEDER
 
Bir taraftan dinlediği hikayeleri defterine not eden Ekin, bir taraftan da aldığı teyple dengbêjlerin kilamlarını kendi seslerinden kaydetmeye başlar. Şimdilerde birçok kişi tarafından kaynak olarak da kullanılan kasetleri doldurmak için teybin uzun kayıt alabilmesi için pillerden batarya yapan Ekin, 6 ay işçi olarak çalışmaya gittiği Beyrut’ta daha iyi bir teyp alıp, döner. 
 
BEYRUT’A YOLCULUK
 
O dönem kaçak yollarla Beyrut’a gidip geldiğini söyleyen Ekin, o yolculuğunu şu sözlerle anlatıyor: “1973 yılında Beyrut’a gidip 6 ay çalıştım. Burada olmayan teypler vardı. Beyrut’a gidişim tam bir rezaletti. Buradan Hatay’a, sonra Suriye oradan da Beyrut’a gittim. Orada da tarlalarda çalıştım ve teyp aldım. Geri geldiğimde bir baktım ki eşyalarımın arasında teyp yok. Tabi benim için çok önemliydi; ‘Ben ölebilirim ama teybime bir şey olmasın’ diyordum. Bana da kaybolduğunu söylüyorlardı. Ben şoförün evini öğrendim. Gittim onlar almış ve kaset koymuş çalıyorlar. Bir şekilde geri aldım. Köye döndüğümde herkes hayran kaldı. Japon malı çantalı bir teypti. Çaldığı zaman sanki bülbül içinde şarkı söylüyormuş gibi hissediyorduk.”
 
SES KAYDETMEK İÇİN ŞEHİRLERİ GEZİYOR
 
Birçok kenti gezerek dengbêjlerin seslerini kaydettiğini belirten Ekin, Hesenê Gozê, Keremê Batmanê, Mihemed Selimê Recebî, Selimê Batmanî, Huseyînê Ordînos gibi birçok dengbêjin kendi sesinden kasetler doldurduğunu söylüyor. Ekin, “Muş, Siirt, Batman gibi birçok yere gidiyordum. O vakit bu zamanki gibi araçlar yoktu, bir yere gidip gelmek çok zahmetli bir işti. Tabi maddi olarak da karşılayamıyorduk. Bir de gidince tek kişi gitmiyorduk, arkadaşlarımız da gelmek istiyorlardı. Benimle gelen arkadaşların da sesleri o kasetlerde duyuluyor. Bazıları şimdi yaşamıyor” diyor.
 
HALA KAYIT YAPIYOR
 
Babasının Siyabend û Xecê kilamının geçmişine hakim olduğunu ve babası Abdülrezzak’ın dilinden bu parçayı kaydettiğini söyleyen Ekin, kilamın öyküsünü de babasından dinlediği şekilde defterine not etmiş. Çağ ilerledikçe artık CD çalarlar, cep telefonlarıyla kayıt yapmaya başlayan Ekin, hala da dengbêjlerin yanına gelerek kendi seslerinin kaydedilmesini istediğini söylüyor.
 
Eskiden kurulan divanların bir toplumsallaşma yeri olduğunu söyleyen Ekin, o divanları şu sözlerle anlatıyor: “Dengbêjler kilamlarını söylediği ortamlarda, insanlar için bir samimiyet oluşturuyor.  İnsanlar birbirini severdi, herkes bir şeylerini birbiriyle paylaşırdı. Bunlar paylaşıldıkça herkes birbirini daha fazla severdi. Birbiriyle kavgalı olanlar orada barışıyorlardı.”
 
Dengbêjlerin halkı ve memleketi temsil ettiğini söyleyen Ekin, “O zamanlar dengbêjlerin kıymeti vardı. Şimdi yok. Şimdi kendileri bile kendilerine kıymet vermiyor” diyor.  
 
‘KASETLERİ DİNLEDİĞİMDE RAHATLAMIŞ HİSSEDİYORUM’
 
Eski günleri özlemini dükkanında gidermeye çalışan Ekin, her gün doldurduğu kasetleri, tozlanmasın diye poşetle sardığı teybine takarak dinliyor. Ekin, bakkalında bulduğu huzuru şu sözlerle dile getiriyor: “Artık bu kasetler kasetçilerde de yok. Gün içerisinde açıp kasetleri dinlediğimde sanki tek başıma değilim de; 50 kişilik bir toplulukla birlikte oturuyor gibi hissediyorum. Yani öyle olmasa insan psikolojik olarak düşüyor. Bizim gibi insanlar için neşe çok önemli, neşeli değilsen gün boyu bir dükkanda tek başına otursan, psikolojik olarak çökersin. Çok ciddi hastalıklar geçirdim, 7 kez farklı ameliyatlar geçirdim. Ama o kaseti takıp dinlediğimde kendimi müthiş rahatlamış hissediyorum.” 
 
SUR’UN ESKİ TADI YOK
 
Hayatının büyük bir bölümünü Sur’da geçiren ve apartmanları da “sosyetik hapishane” olarak tanımlayan Ekin, “Ama eski Sur böyle değildi. Gerçek Sur’du. Eskiden komşular birbirini tanırdı. Bu akşam pilav et yiyeceklerse ve komşuları çorba içecekse mutlaka yemeklerini onunla paylaşırdı. Herkes birbirine güvenirdi ama artık o eski komşuluk kalmadı” diyor. 
 
MA / Dicle Müftüoğlu - Rêdûr Dîjle