ANKARA - Çocukluğunu geçirdiği Konya’nın bir köyündeki kadınların çelişkilerinden Rojava’daki Jinwar Köyü hayaline uzanan Nagihan Akarsel, kadınların mücadele ruhunu Kürdistan coğrafyasının her köşesine taşıdı.
Federe Kürdistan Bölgesi’nin Silêmaniye kentinde 4 Ekim 2022 tarihinde uğradığı suikast sonucu yaşamını yitiren Jineolojî Araştırma Merkezi üyesi ve gazeteci Nagihan Akarsel’den geriye özgürlük tutkusu miras kaldı. Yaşamını kadınların özgürlüğüne adayan Nagihan Akarsel’in hayalleri, “kadın devrimi” ile Ortadoğu’nun seyrini değiştiren Rojava’da filizlendi.
Çevresinde naif ve derin kişiliğiyle bilinen Nagihan Akarsel’i, Ankara’daki üniversite yıllarında tanıştığı ve herkese “manevi ailem” dediği Reyhan ve Yılmaz Yıldırımcı çiftinden dinledik.
TANIŞMA HİKAYESİ
Nagihan Akarsel’i anlatırken insanın zorlandığını belirten Yılmaz Yıldırımcı, "Emeğe, insana, doğaya bakışı, mücadele tutkusu ve hakikat mücadelesi düşünüldüğünde, insan anısını anlatırken nereden başlayacağını, neyi söyleyeceğini bilemiyor. Kullanacağımız kelimeler, kavramlar onu layıkıyla anlatmaya yetmeyebilir" dedi.
Nagihan Akarsel’in Yıldırımcı ailesinin hayatına girişi ise bir tesadüften çok daha fazlaydı. Yıldırımcı, bu karşılaşmayı şöyle anlattı: “Nagihan uzun süre bizimle kaldı, evimizde yaşadı. 2001 yılında bir arkadaş aracılığıyla tanıştık. Çalışmaya ihtiyacı olduğunu söyledi. Oğlumuz Baran o zaman küçüktü ve Nagihan ona bakabileceğini, karşılığında ücret alabileceğini belirtti. Hacettepe Üniversitesi’nde öğrenciydi. Bu ilk tanışma kısa sürede derin bir bağa dönüştü. İlk birkaç günün ardından Baran’a ve bize faydalı olabileceğini, ailemizin bir parçası olabileceğini düşündük. Emeğe, çocuğa bakışı ve sorunlara çözüm arayışındaki duruşu onu ailemizin vazgeçilmezi yaptı. ‘Bizi bıraksa da biz onu bırakmayız’ dedik. 2001’den, gözaltına alınıp tutuklandığı tarihe kadar bizimleydi. Sosyal hayatında, evin içinde, insanlarla kurduğu ilişkiler derin ve köklüydü.”
İLİŞKİLERİN ANLAMI
Nagihan’ın insanlarla kurduğu ilişkiyi "Her bağı bir yaşam tohumu gibi özeldi" diyerek tanımlayan Yıldırımcı, "Her ilişkiye, her arkadaşlığa, her yaşanmış güne büyük bir anlam yüklerdi. Sıradan bir ilişki kurmaz, geleceğe tohum eker gibi bağ kurardı. Kişilerin statüsüne, sınıfına, cinsiyetine bakmaksızın yoldaş olur, arkadaş olurdu. Bir insanda sosyolojik, psikolojik ya da ekonomik bir sorun gördüğünde, bunu kendi derdi gibi benimser, çözümü için günlerce çaba harcardı. Sorunları mevcut sistemden bağımsız ele almaz, her zaman kökenine inmeye özen gösterirdi” dedi. Yıldırımcı, sistem eleştirisini bireysel sorunlara yansıtan yaklaşımını bir örnekle şöyle açıkladı: "Bir kadının eşinden, ailesinden çektiği baskıyı, erkek egemen zihniyetin etkisini çözümler, sorunların kaynağına dair perspektif sunardı. Onun gösterdiği yol ve yöntemler, zamanla bizim de sorunları çözme biçimimizi şekillendirdi. Kendi şahsımda bunu deneyimledim. Akarsel’in paylaşımcı ruhu ve emeği, evin her köşesinde hissedilirdi. Sorunları çözen, derde deva olan bir perspektifi vardı. Cebindeki iki kuruşu bile paylaşırdı. Ev işlerinden çocuk bakımına, yemekten ütüye, hiçbir işi başkasına bırakmaz, emeğini ortaya koyardı."
BOŞA HARCANMAYAN BİR YAŞAM
Nagihan Akarsel’in en çok kabullenemediği şeylerden birinin zamanın boşa harcanması olduğunu söyleyen Yıldırımcı, “’Zamanınızı boşa harcar, onu hoyratça tüketirseniz, bu hayat yaşanmış sayılmaz’ derdi. Zamana büyük anlam yüklerdi. Ona göre zaman dolu dolu geçmeli ve her yönüyle değerlendirilmeliydi. Gözlemlediğim kadarıyla gerçekten de hayatında boş geçen vakti yoktu. Nagihan okuduğu şeyleri hem eleştiriyor hem de eksiklerini söylüyordu. ‘Toplumsal yaşama karşılığı nedir?’ diye araştırmaya çalışıyordu. Yaşamı dolu dolu yaşayan, boşluk bırakmayan bir tarzı vardı. Böyle bir tarzı vardı. Eve ne kadar yorgun gelirse gelsin hep neşeliydi. Bu, yaşamın ritmini yakalayan bir bakışın yansımasıydı" ifadelerini kullandı.
YAŞAMI GÜZELLEŞTİREN BİR TARZ
Yıldırımcı, Nagihan’ın aile içindeki rolüne dair “En kötü durumda olsak, moralimiz bozulmuş olsa bile, evin içinde o neşeyi mutlaka bulur ve iki dakikada hakim kılardı. Reyhan da ben de çalışıyorduk. Zaman zaman aramızda tartışmalar olurdu. Bazen Baran üzerinden, bazen ev işleri yüzünden. Bu tür tartışmalara çok öfkelenirdi. ‘Başka yerlerde çalışıyorsunuz ama sorunları eve getirip burada huzuru bozuyorsunuz’ derdi. Sonra da durumu çözümlerdi. Gerçekten de dönüp baktığımda pişman olurdum. ‘Bu kadar basit bir şey için nasıl böyle davrandım? Reyhan’la niye tartıştım?’ diye düşünürdüm. Bize adeta ayna tutardı. O aynada kendi eksik ve hatalarımı görebiliyordum. Böyle bir tarzı vardı; çözümleyici, yaşamı güzelleştiren, yapıcı bir yaklaşım. Sürekli yaşama anlam katardı. Bazen kendi kendime ‘Demek ki yaşam bu; biz henüz bilmiyoruz’ derdim. Bize, aileye büyük anlam katan biriydi. Her şeye zaten bir anlam yüklüyordu. Anlam katan bir karakteri vardı. Mesela kapımızın önünde bir ağaç vardı. O ağaca bakarken ekolojiyi, doğayı anlatıyordu. Ama ben o ağaca hiç öyle bakmazdım. O saate kadar o ağaca sadece bir ağaç olarak bakıyordum. Doğayla kurduğu bağ, kökleriyle ilgili, insanla olan ilişkisi, doğayla olan ilişkisi ve bir ağacın geceleyin yıldızlar çıktığında çıkardığı hışırtının anlamını bile söylüyordu” diye belirtti.
GÖLYAZI'DAN JINEOLOJÎ’YE
Nagihan’ın Gölyazı’daki ağaç anısını ve kadın-doğa bağına dair Yıldırımcı, şunları anlattı: “Gölyazı, çok fazla ağacı olmayan bir yerdi; hatırladığım kadarıyla sadece bir ya da iki ağaç vardı. Bayramlarda ve ziyaretlerde giderdik. Ailemiz gibiydi. Günün sonunda geziye çıktığımızda Nagihan o ağacın altında otururdu. O az sayıdaki ağaçtan birine sırtını dayar, çölde bir yaşam kaynağı gibi görürdü onu. Böyle özel bir tavrı vardı. Kadın ve doğayı birleştiren, ikisinin ortak yaşamını aynı yerde gören bir bakış açısına sahipti. Şöyle derdi: ‘Eğer kadın özgür yaşarsa, doğa ile birlikte yaşamalıdır, kendi kökleri üzerinde durmalıdır.’ Bu bakış açısı sadece köydeki kadınlara değil, metropollerdeki kadınlara da yönelikti. 2001 yılında bunu fazla önemsememiş, anlam verememiştim ama Nagihan sürekli ‘Kadının bir bilimi olmalı’ derdi. Kadını, tarihini ve kökleriyle birlikte ortaya çıkaran, bugünkü yaşama anlam katan bir sosyoloji bilimi olmalıydı. Bunu ilk başta anlamıyordum. Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadın-erkek eşitliği, erkek egemen zihniyetin geriletilmesi gerektiğini düşünüyordum. Kadın ekonomik, sosyal ve toplumsal olarak özgür olmalıydı. Ama o, daha derin bir bakış açısına sahipti. Kadının kendine özgü bir sosyolojisi ve tarihsel geçmişi olduğunu, yeniden tarih yaratması gerektiğini vurguluyordu. ‘Toplumun içinde yeni bir toplumsal anlayış ve yaşam tarzı olmalı’ derdi. Ben ‘Nasıl olur, nedir bunun ismi?’ diye sorardım. O ise ‘Biz bunu jineoloji kavramıyla, jineoloji bilimiyle geliştireceğiz’ diye cevap verirdi.”
‘HİÇ TEREDÜT ETMEZDİ’
Akarsel’in gündelik yaşamda çok pratik biri olduğunu anlatan Yıldırımcı,“Hani derler ya, ‘Söylemenin en iyi yolu yapmaktır.’ Bu söz tam Nagihan’a göreydi. O, sadece yapardı. Örneğin bir kitap olurdu, ‘Okumamız gerekiyor’ der, ‘Ben okudum, şuraya bırakıyorum’ diye eklerdi. Ben bazen okumazdım. Ya da bir makale ya da yapılacak bir iş olurdu, biz genelde ertelerdik. O ise hemen okur, uygular ve ertesi gün o kitapla ilgili soru sorardı. Ben de mecburen dönüp okumak zorunda kalırdım. Yapılacak işleri de aynı şekilde hemen yerine getirirdi. Pratiğe dökmekte hiç tereddüt etmezdi. Bazı insanlar çok okur ama hayata geçirmez. Nagihan ise okuduklarını mutlaka uygulardı. Bu yönüyle, onun yanında durduğun anda harekete geçmek zorunda kalırdın. Çünkü o yaparken senin oturman mümkün olmazdı. Temizlik yapardı, sen de kalkmak zorunda kalırdın. Mutfağa girer, yemek yapardı; yardım etmek isterdin. Yani sadece söyledikleriyle değil, doğrudan yaptıklarıyla insanı harekete geçirirdi” diye belirtti.
KIZ KARDEŞLİK, YOLDAŞLIK
Nagihan Akarsel ile olan bağını anlatırken ilk günkü acıyı yaşayan Reyhan Yıldırımcı, hala yasını tuttuğunu söyledi. Reyhan Yıldırımcı, “Nagihan’la birlikteliğimiz anne-kız ilişkisi gibiydi, ama ötesinde de bir yoldaşlık, kız kardeşlik ve arkadaşlıktı. Sezgi ve maneviyat üzerinden bir bağ kurduk. Sezgilerime çok güvenirdi. Sorunları kendi içinde dempati kurarak yaşıyordu. ‘Bu arkadaş niye böyle davrandı?’ diye düşünür, günün sonunda davranışları çözümlemeye çalışırdı. ‘Bunu neden yaptı?’ diye kendine dert edinirdi. Kendi sorunuymuş gibi yaşar, hiçbir sorunu ötelemezdi. Kesinlikle o sorunu çözmeden rahat etmez, kafasını yastığa koymazdı. Haftada bir gün izni vardı. O bir günlük izinde sabah kalkar, kahvaltımızı yapardık. Ardından ‘Hadi, bugün temizlik günümüz’ derdi. Üçümüz birlikte evi temizlerdik. İş bittikten sonra da Nagihan, ‘Şimdi oturalım, kendimize zaman ayıralım; okuma yapalım, film izleyelim, şiir okuyalım’ derdi. Zamanı değerlendirmeyi çok iyi bilirdi. Her anı, her saniyeyi emekle, özenle yaşardı. Kurduğu ilişkiler de bu anlayışın bir yansımasıydı" diye belirtti.
DOĞA VE İNSAN BAĞLANTISI
Nagihan Akarsel’in doğayla bağının derinliğine vurgu yapan Reyhan Yıldırımcı, "Öyle bir hal almıştı ki, mesela ben çıkıp gece bir ağaca baktığımda o aklıma geliyordu. ‘Ağaç benimle konuşuyor’ diyordu. Bir sohbetimizde ‘Bir gün ölürsem, beni bir dut ağacının altına gömün’ demişti. Ben önce anlam verememiştim ama ne dediğini daha sonra anladım. Bu duyguyu doğayla kurmadığımız sürece insanlığın sonu felakete gidiyor. Onu Nagihan bize 2001 yılında duygularıyla anlattı” dedi.
KADIN VE KÜRT KİMLİĞİ
Nagihan Akarsel’in Konya’da sürgün bir yapının içinde doğduğunu belirten Reyhan Yıldırımcı, kadın olmanın yanı sıra Kürt kimliği nedeniyle de bu topraklarda yaşadığı zorlukların mücadele anlayışını şekillendirdiğini söyledi. Gölyazı’nın “kadınlar köyü” olarak anıldığını dile getiren Reyhan Yıldırımcı, erkeklerin çoğunlukla Avrupa’da çalıştığını, kadınların ise köyde çocukları, hayvanları ve ev işleriyle ilgilendiğini kaydetti. Kadınların, yaşam koşullarını kabullenmiş ve bu durumun değişmeyeceğini benimsemiş olduklarını ifade eden Yıldırımcı, Nagihan’ın bu duruma karşı yoğun bir çaba gösterdiğini söyledi. Reyhan Yıldırımcı, “Kadınların bu yaşamı kanıksamış olmasına çok üzülüyordu. Onun için epey bir çaba sarf etmiş ama çok da başarılı olamamıştı. Tahmin ediyorum ki Nagihan'ın kadın çalışmalarına, kadın mücadelesine, bakış açısı bu köydeki kadınlar üzerinden gelişmiş. O nedenle dert edinirdi bu durumu. Mesela öykülerinde onlardan bahsediyor. ‘Kül kokusu’ diye bir öykü kitabı çıktı. Bu kitapta oradaki kadınların yaşamlarını bir bir ele almış ve anlatıyor" diye belirtti.
ROJAVA'DAN JİNWAR'A KADIN DEVRİMİ
Nagihan’ın gazetecilik yaptığı dönemde Suriye’de iç savaşın sürdüğünü ve orada bir “kadın devrimi”nin yükseldiğini söyleyen Reyhan Yıldırımcı, şöyle devam etti: “O da yönünü oraya çevirdi. Rojava’da Jineolojî alanında akademik çalışmalar yaptı. Sonrasında kurulacak olan Jinwar Köyü'nün de kurucularından biri olarak anıldı. Bu projeyi daha önce ailesine ve arkadaşlarına anlattığını biliyoruz. Muhtemelen Gölyazı’daki kadınlardan yola çıkarak böyle bir proje düşündü. Daha öncesinde 'Bir kadın köyü kurmak istiyorum. Üretimini, hayvancılığını, sebzesini, meyvesini, ilaçlarını kadınların kendilerinin üreteceği bir köy olacak. Hatta seni de o köye davet edeceğim’ derdi. Bu isteğini ilk duyduğumda çok anlam vermemiştim. ‘Neden böyle bir şeye ihtiyaç var?’ diye düşünürdüm. Ama Jinwar’ı duyduğumda 'Bu kesin Nagihan’ın projesi' dedim. Bana anlattığı hayalin ta kendisiydi. Ne yazık ki beni oraya davet etme şansı olmadı. Gidemedim ve göremedim. Sonra kadın kütüphanesi açıldı. ‘Kadının hafızası’ diyordu oraya. Orayı da göremedim ama hep anlatıyordu. Ütopyalarını, hayallerini birebir hayata geçirdi. Jinwar’ı duyunca hiç şaşırmadım. ‘Kesin Nagihan’ın parmağı vardır bunda’ diyordum. Zaten köyün yeri seçilirken çok dolaşmışlar, her yeri karış karış aramışlar. Sonunda kayısı bahçelerinin olduğu bir bölgede karar kılmışlar. Yine bir ağaca dönüyoruz aslında meyveye, doğaya, kadına… Tüm bunları birleştirerek hayat vermek herkese nasip olmaz. Kadın köyünü kuracaksın, projelerini hayata geçireceksin, üretimi esas alacaksın, kadının kendini var ettiği bir yaşam kuracaksın ve bunu doğayla bütünleştireceksin. Bu, Nagihan’dan beklenen bir davranıştı.”
MA / Fırat Can Arslan