RIHA- “Uluslararası Zorla Kaybedilenler Günü”nü mücadeleyle karşıladıklarını belirten Nazım Babaoğlu’nun ağabeyi Cemal Babaoğlu, karanlıkta kalan olayların aydınlatılması, devletin hukuku içselleştirmesi taleplerinin karşılık bulmadığını söyledi.
Birleşmiş Milletler (BM) 2011 yılında 30 Ağustos'u “Uluslararası Zorla Kaybedilenler Günü” olarak kabul etti. Dünyanın dört bir yanında siyasi kimlikleri sebebiyle kaybettirilen ve birçoğunun cenazesi dahi bulunmayan kayıpların yakınları ise, aralıksız yakınlarının akıbetini soruyor.
Türkiye ve Kurdistan’da 1980 ve 1990’lı yıllarda Kürtler başta olmak üzere sosyalist ve demokratlara yönelik gerçekleştirilen “fail meçhul” cinayetler ve gözaltında kaybetme politikası uygulandı. Hafıza Merkezi'nin ulaştığı ve zorla kaybettirildiğini doğruladığı 500 kaybın 28’inin (en küçüğü 3 yaşında olmak üzere) 18 yaşının altında olduğu, bu kayıplardan 482’sinin erkek 18’inin ise kadın olduğu tespit edilirken, kayıplardan 282’sinin hala bedenine ulaşılamadığı kaydedildi. Direkt devlet güçleri ya da devlet tarafından yıllarca kabul edilmeyen JİTEM tarafından gerçekleştirilen bu saldırılara dair cezasızlık politikası etkin oldu.
İLK YARGILAMALAR
Meclis araştırması sonucu 1999 yılında hazırlanan Susurluk raporundan sonra JİTEM ile ilgili ilk iddianame kabul edildi. Ancak günümüze kadar süren davaların çoğu ya zaman aşımı ya beraat ya da seçilen birkaç ismin birkaç yıl hapis cezası almasıyla sonuçlandı. Cezasızlık politikalarının yanı sıra kayıp yakınları, gittikleri mahkemelerde pek çok kez başka hak ihlallerine ve hukuksuzluklara maruz kaldı. Ancak ailelerin hiçbiri mücadeleden vazgeçmedi. Bu mücadelenin en bilinen sembolleri Cumartesi Anneleri ilk eylemlerine 27 Mayıs 1995 tarihinde Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’nda başladı. Kayıp yakınlarının mücadelesi daha sonra birçok kente yayıldı.
NAZIM BABAOĞLU
Hala zorla kaybettirilen yakınlarından izler aramaya devam edenler arasında 12 Mart 1994’te kendisine gelen “acil haber var” telefonuyla gittiği Riha’nın Sewreg (Siverek) ilçesinden bir daha dönemeyen Özgür Gündem gazetesi muhabiri Nazım Babaoğlu’nun ailesi de yer alıyor. Gazeteci Babaoğlu’nun kaybedilmesinin ardından ailesi ve Özgür Gündem gazetesinde birlikte çalıştığı meslektaşları, yıllarca hukuksal mücadele verdi. Bu süreçte ailesi ve meslektaşları, yürütülmeyen soruşturma sebebiyle olayın tanıklarına dahi kendi imkanlarıyla ulaştı. Ancak yargılama, kayıtlara geçen beyanlar ve delillere rağmen ailenin suç duyurusunda bulunduğu Urfa Savcılığı tarafından "delil yetersizliği" gerekçesiyle başlatılmadı.
Aile, 10 yıl süren soruşturma sürecinin ardından verilen kararı Danıştay’a taşıdı. Burada da 10 yıl bekletilen karar, 2018 yılında Danıştay’ın olumsuz kararıyla son buldu. Aile aynı yıl “yaşam hakkı ihlali” kapsamında Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvuruda bulundu. Ancak AYM de yapılan başvuruyu, soruşturmanın devam etmesi ve başvuru yollarının tüketilmemesi nedeniyle “kabul edilemez” buldu. Aileye tebliğ edilen AYM’nin gerekçeli kararında, aile bireyleri hakkında “Dönem dönem terör örgütü üyesi veya propagandasından sabıka kayıtları olduğu ve mahkemelerde yargılandığı”, bunun yanı sıra nüfus kayıtlarında inceleme yapıldığı ve “Nazım’ın hala yaşıyor olduğu” beyanları yer aldı.
KAYIP NAZIM HAKKINDA SORUŞTURMA
Son olarak aile avukatlarının yaptıkları UYAP sorgulamalarında, Nazım Babaoğlu’na ilişkin yürütülen soruşturma dosyasının esas numarasının 2015 yılında değiştirildiği ve Babaoğlu’nun “maktul” olarak gösterildiği dosyaya aranan bir şüphelinin eklendiği, 2021 yılında ise gazeteci Babaoğlu hakkında “örgüt üyeliği” iddiasıyla soruşturma başlatıldığı ortaya çıktı. Her iki soruşturma dosyası için alınan kısıtlılık kararı nedeniyle avukatlar ve aile, dosyanın ayrıntılarına ilişkin bilgi edinemedi.
Nazım'ın kaybedilmesinden günümüze kadar pek çok hukuksuzlukla karşı karşıya kaldıklarını ifade eden ağabeyi Cemal Babaoğlu, 1990’lı yıllarda JİTEM, Hizbullah gibi yapılanmalar eliyle gerçekleşen kaçırma ve katletme politikasına dikkati çekti.
Babaoğlu, “Diyorlardı ki işte ‘Hizbullah yapıyor, JİTEM yapıyor’ ya da TİT yani Türk İntikam Tugayı dedikleri oluşumların bu cinayetleri işlediklerini söylüyorlardı. Bunlardan İçişleri Bakanlığı’nın ve Genel Kurmay Bakanlığı’nın haberinin olmadığı iddia edildi ama sonra ki itiraflarda görüldü ki bunlar devletin memuruydular. Hatta maaş bordroları vardı” dedi.
NAZIM'IN KAYBEDİLME SÜRECİ
1990’larda insan kaybetmelerin sıradanlaştırılmaya çalışıldığını belirten Babaoğlu, özellikle “ana akım” medyanın bu tür olaylardan hiçbir şekilde bahsetmediğini ifade etti. Babaoğlu, Nazım’ın kaybedilmesi ardından kendilerinin de bu gerçeklikle tanıştıklarını dile getirerek, şunları belirtti: “Nazım Gündem gazetesinde muhabirken Siverek’e gitti ve bir daha kendisinden haber alamadık. Gerek valilik, gerek Siverek Kaymakamlığı hem yazılı hem sözlü beyanlarında kimseyi gözaltına almadıklarını söylediler. Görgü tanıklarına rağmen savcılık hiçbir şekilde harekete geçmedi. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı da Mehmet Ağar’dı. Bunlar da hep ‘terör bitecek’ maskesiyle Kürt halkı üzerinde terör estirdiler. Yani daha sonra anlaşıldı ki Çiller hükümeti, bir terör hükümetiydi. O dönem evladını, eşini, kardeşini kaybeden soluğu adliyede alıyordu. Sonra vali ile görüşülürdü. Bunların hiçbirinden ses çıkmayınca aileler İHD’ye başvurmaya başladı. Orada tutanaklar tutuldu, görgü tanıklarının hepsi kayıt altına alınmaya başlandı. Sonra aileler ‘Kayıplar bulunsun failler yargılansın’ diyerek eylemlere başladı.”
YÜZLEŞME ÇAĞRISI
Kayıplarla yüzleşmeme gerçeğinin eski iktidarlar gibi AKP tarafından da sürdürüldüğüne işaret eden Babaoğlu, iktidarın Cumartesi Anneleri başta olmak üzere kayıp yakınlarına yönelik engellemeleri hatırlattı. Kayıp ailelerinin çoğunun cenazelerine dahi kavuşamadıklarını ve bu ailelerden biri olduklarını belirten Babaoğlu, bu 30 Ağustos’ta gidecekleri bir mezarlarının olmadığını belirtti.
Annesinin “Madem öldürdünüz bari cenazemi verin, hiç olmazsa üzerinde dua edecek bir mezarımız olsun” dediğini söyleyen Babaoğlu, yıllarca İHD ile birlikte hukuk mücadelesi verdiklerini belirterek, “Bu toplumsal bir mücadeleydi. Karanlıkta kalan olayların aydınlatılması, devletin hukuku içselleştirmesi, evrensel yasalara yönelmesi gibi taleplerimiz oldu. Bu taleplere karşılık devlet hep ‘biz terörle mücadele ediyoruz’ cevabı verdi. Bu yüzyıllık ırkçı ve tekçi anlayışının, bu ülkeye neler kaybettirdiğinin muhasebesini yapmaları gerekiyor” ifadelerini kullandı.
MA / Ceylan Şahinli