Ayşe Gökkan: Kurtuluş 'xwebûn' olmakla mümkün

img
ANKARA - Kadınların “çok maskeli ulus devletlerin” iflasını görünür kıldıkları için hedefte olduğunu belirten Ayşe Gökkan, “Dünyanın ve yaşamın hangi alanında olursak olalım xwebûn (kendi olmak) olma mücadelesi vermeden kurtulamayız” dedi. 
 
Kapitalist sistemin bir politikası olarak şiddet ve savaşların arttığı bir sürçten geçiliyor. Özellikle Ortadoğu’da toplumların geleceğini şekillendirmek üzerinden şiddetlenen savaş iklimi yayılarak sürüyor. Kürdistan ve Türkiye ise bu coğrafyanın ve çoklu denklemin tam ortasında yer alıyor. Çözümsüzlüğü dayatan da yine bu denklemde yer alan ulus devletler oluyor. 
 
Özellikle kadınların örgütlenmesini ve mücadelesini iktidarı için büyük bir “tehlike” olarak gören bu erkek aklı, yaşamın her alanında kadınları tahakküm altına almaya çalışıyor. Tüm baskılara rağmen mücadeleden geri adım atmayan kadınlar, iktidarların hedefinde. Binlerce kadın cezaevinde tutulurken, birçoğu da yargı sopasıyla tehdit edilmeye çalışılıyor. Ancak kadınlar, özgürlük, eşitlik ve barış mücadelesini zaman ve mekan fark etmeksizin büyük bir kararlılıkla sürdürüyor. 
 
MÜCADELEYE ADANAN BİR ÖMÜR 
 
Ömrünü bu mücadeleye adayan kadınlardan biri de Özgür Kadın Hareketi (Tevgera Jinên Azad-TJA) Dönem Sözcüsü Ayşe Gökkan. Hakkında 200’den fazla dava açılan ve 83 kez gözaltına alınan Ayşe Gökkan’a, 27 Ocak 2021’de "örgüt yöneticisi olmak" ve "örgüt üyesi olmak" iddialarıyla yargılandığı Diyarbakır 9’uncu Ağır Ceza Mahkemesi 30 yıl hapis cezası verildi. Mahkemenin kararı sonrası tutuklanarak Diyarbakır Kadın Kapalı Cezaevi’ne götürülen Ayşe Gökkan, daha sonra Ankara Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’ne sevk edildi. Ayşe Gökkan, savaş ve şiddete karşı kadınların verdiği ve vermesi gereken mücadeleye, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın son görüşmedeki mesajı ve Ortadoğu’daki savaşa dair sorularımızı yanıtladı. 
 
Mirabal Kardeşler’den bu yana eril zihniyetin kendini var etme aracı olarak savaşlar bitmedi. Birçok coğrafyada kadınlar, bu yılda 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nü savaş ortamında karşılıyor. Kadın cephesinin var olan ortam karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 
 
25 Kasım’ı küresel bir mücadele gününe dönüştüren; faşist diktatörlerin sardığı süreçlerin kesintisiz olması ve buna karşı kesintisiz mücadele edilmesidir. Başta kadın ve tüm farklılıklara yönelik ırkçı, cinsiyetçi yöntemler kullanan militarist, kapitalist beşli ittifakın görünen yüzü devlet sistemidir. Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da bu sistemin zihniyet yapısına karşı kadınlar, mücadeleyi beş kat artırarak ‘Jin jiyan azadî’ olarak sürdürüyor. Bu mücadeleyle Rojava ve Şengal gibi benzeri yerlerde mültecileştirilmeye karşı direnerek, kendi topraklarını terk etmeyerek, yerinde örgütlenerek, özsavunmasını geliştirerek demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir paradigma ile belli ittifak ve işbirlikçi çetelere karşı yaşam alanlarını, birlikte yaşadıkları tüm farklılıklarla inşa ederek, ezilenlere ilham olmaktadır. 1 Kasım Dünya Kobanê Günü ve 2 Kasım Rojava Günü de ilhamın evrensel yüzüdür. Evet, çatışma süreçleri ve savaşlarda taciz ve tecavüz bir savaş silahı olarak kullanılıyor. Kadınlar yine beş kat daha fazla saldırıya uğruyor ancak bu mağduriyeti ortadan kaldıracak direnişe de sahiptirler. Savaşa karşı yaşamı inşa eden, örgütleyenler olarak beş kat daha fazla direnerek, bu süreçten daha fazla dinamikleşerek çıkabiliyorlar. 
 
 
Kadınlar, savaş ve şiddete karşı mücadele ettiği için rahatsız ediyor. Çoklu maskeli ulus devletlerin iflasını görünür kıldığımız için esir alınıyoruz. Ancak bu direniş bir gelenektir, ardılları çoğaldığı gibi her ev ve mekan da direniş sahası oluyor.
 
Savaş ve şiddete karşı mücadele eden kadınlara yönelik baskı ve saldırılar devam ederken, sizin gibi sözünü esirgemeyen, dik duran öncü kadınlardan duyulan rahatsızlığın nedeni nedir?
 
Asıl neden, savaş ve şiddete karşı mücadele etmemizdir. Bugün AKP-MHP rejimine boyun eğmiyoruz. Bu, öyle bir etki yaratmış ki rejim bizi övüyor mu dışlıyor mu belli olmayan söylemler dillendiriliyor. Çarpıcı bir örnek vereyim; bize karşı ‘sözde kadın, sözde çocuk insan hakları savunucusu’ diyen ‘Kültür terörizmiyle mücadele etmekle kararlıyız’ diyen AKP-MHP rejimi, eş zamanlı bizi esir alıp zulümhanelere kapatıyor. Bugün Kürdistan ve Filistin’e yapılan insanlık dışı saldırılara karşı ‘sözde’ dediği dinamikler direniyor. Erdoğan ve Netanyahu karşılıklı ithalat-ihracat faaliyetleriyle Kürdistan ve Filistin’de yürütülen savaşlarda birbirlerine can simidi oluyorlar. Bu ikiyüzlülüklerine karşı mücadele eden Kürdistan-Filistin ve dünya dinamikleriyle de övünebiliyorlar. Erdoğan, kendine yönelik karşıtlığı da kapsayan protestolara ‘dünya Filistin için ayakta’ derken aynı dinamikler Kürtlerle yan yana olduğunda ‘terör yandaşları’ diyebiliyor. Protesto edilirken bile o ‘sözde’ dediği dinamiklerden başka söz edecek kimse olmadığı gibi protesto edildiğini de kabul etmiş oluyor. Netanyahu da onun yolunu izliyor. Bu çoklu maskeli ulus devletin iflasıdır. Bu iflasın görünürlüğünü de mücadelemizle sağladığımız için esir alınıyoruz. Bu direniş bir gelenektir ardılları çoğaldığı gibi her ev ve mekan da direniş sahası oluyor. 
 
Dünya genelinde süren şiddet, saldırı ve savaş sarmalından çıkış yolu nedir? Bu noktada kadınlara nasıl bir rol ve misyon düşüyor? 
 
Savaş, şiddet ve saldırı halinden çıkmanın yolu; örgütlenmek, şiddete karşı amasız-fakatsız tüm kadınlarla örgütlü mücadele yürütmektir. Toplumun yarısı olan kadınların, bunun politik birlik zeminini ortaya çıkarması, bu zeminde aktif yol alarak, ataerkil zihniyete karşı mücadeleyle toplumsal barışın bağını ortaya çıkararak, söz, karar, irade sahibi olarak eylem ve söylemlerini birleştirerek yol almalıdır. Çözüm, ‘savaşsız, şiddetsiz bir dünya mümkün’ inancıyla yaşamı inşa eden rol ve misyon üstlenmemizdir. 
 
Peki kadınların birleşik mücadelesi tek başına şiddeti önlemeye yeter mi?
 
Kadın devrimi zihniyet devrimidir. Beşli ittifaka karşı mücadele etmeliyiz. Çünkü bugün şiddet ve çatışmalara neden olan da bu ittifaktır. Bunlar dünyanın her tarafında kol gezmektedir yani bu beşli ittifak, küresel bir sorun ve buna karşı küresel birleşik mücadeleye ihtiyaç vardır. Mücadele halka halka genişletilmelidir. Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu ve dünya kadınlarıyla şiddet geriletilebilir. Çünkü öldürücü şiddet, ataerkilliğin büyüme, güç ve iktidarın ölümsüzleşen sesini üretiyor. Bu nedenle hegemonik erkekliğin inşası beşli ittifakla olan ulus devlet yapılanmasıyla kurumlaşıyor, yapısallaştırılıyor. Yapısal şiddeti basamaklaştırarak, kimin kime karşı şiddet kullanacağını da yasa ile belirliyor. Bugün, kadın katillerine cezasızlık ya da ceza indirimi, nefret suçlarının ceza indirimi gibi. Bu yapı kadının yaşamını kuşatan, işgal eden, savunmasız bırakan bir sızma hareketidir. Bununla kadın bedenini, savaş meydanı ve sömürü alanına dönüştürüyor. Kadın, ataerkilliğe vadedilmiş beden olarak beşli ittifakın her akidinde yer almaktadır. Narin’in bedenine yapılanlar, nasıl bir işgal altında olduğumuzu gösteriyor. Aydınlıkta delilleri karartıp bedenini toprağa gömdüler. Bununla bizi insanlık dışı bir gösteriyi seyretmeye zorladılar, aynı zamanda bu gösteriyi seyrettirerek, ‘bir gün aynı gösteri eşliğinde ölmeyi beklememizi’ öğretiyorlar. Ne yazık ki medya, bu gösterinin bir parçası ve daha öldürücü rol alıyor, kadın odaklı gazetecilik ilkeleri yok sayıldı. Beşli ittifak toplumu öyle bir hale getiriyor ki; daha emir vermeden emre amade olmasını hukuk siyaset kurumlarıyla gerçekleştirmek istiyor. Bunun yasalarını inşa eden ataerkil ittifak ayakları, bireye hiçliği, halklara, farklılıklara kimliksizliği, kadınlara değersizliği, yaşama anlamsızlığı dayatıyor. Sonuç olarak, dünyanın ve yaşamın hangi alanında olursak olalım beşli ittifaka karşı xwebun (kendi olmak) olma mücadelesi vermeden, yok eden ve yok olan olmaktan kurtulamayız. Bundan kurtuluş birleşik kadın mücadelesiyle mümkündür.
 
 
AKP-MHP Türkiye’sinin de içerisinde yer aldığı Ortadoğu’da ulus devletler, bir olup kemerlerini oluşturup yol almaya çalıştılar. Bu kemerlerle demokratik mücadele verenleri boğmak isterken, kendilerini boğulmaktan kurtaramadılar. 
 
Uzun süredir cezaevinde tutuluyorsunuz güncel gelişmeleri takip edebildiğiniz kadarıyla değerlendirecek olursanız; Kürt sorununa yönelik tartışmaları nasıl okudunuz? Bir yandan çağrı yapılırken, diğer yandan saldırılar ve kayyım atamaları sürüyor amaçlanan nedir?
 
Şartlı tahliye hakları, etik ve hukuktan yoksun kararlarla 32 yıldır zorla özgürlüklerinden alıkonulmuşların yanında kendim için uzun süre diyemem. Ancak bir akademik öğrenim süresinin 4 yıl olduğundan hareketle 32 yıldır sekizinci demokratik akademik öğrenimlerini tamamlamış, dokuzuncuyu yarılamış kadınlarla birlikte olunca son gelişmeleri değerlendirmek zor değil. Evet, sürece ‘çözüm tartışmaları’ demek için çok zor olduğu gibi erkendir. Ama bu sürece gelinmesinin; geçmişin şimdiye ve geleceğe olan etkisini ele alarak okumak gerekir. Bugün değişen dengeler ve güç dağılımının öncesinde bin yıllar var ve en önemlisi de son yüz yılın, bu yüzyılın da son yarım asrın birikim ve deneyimlerin denge değişimleri konuşuluyor. Ancak denge değişimleri kendiliğinden olmuyor. Demokratik dinamiklerin ki yarısı kadın mücadelesiyle ucube hegemon ulus devletlerin iflası dengeleri değiştiriyor. Bu durum, son çeyrek asırda Kürdistan’ın dört tarafında ve Ortadoğu’da daha da belirginleşti. 2003 yılında ABD’nin Irak’a saldırısı, 2011-2015 Kürdistan, Türkiye ve Ortadoğu’da halkların, inançların, kadınların demokratik mücadeleleri... Bu her iki süreçte değişen dengelere göre, Türkiye (AKP), sorunun siyasal zeminde çözümünü dillendirdi ancak bir yandan da ‘çöktürme planı’nı devreye koydu, süreçleri fırsatçılıklarıyla heba etti ve ülkeyi açlığa çıkmaza sürükledi. 
 
Hamas’ın İsrail’e saldırdığı 7 Ekim 2023’e kadar değişen dengelere nasıl yaklaşıldı? 
 
AKP-MHP Türkiye’sinin de içerisinde yer aldığı Ortadoğu’da o beşli ittifak dediğimiz ucube ulus devletler, hegemonlarla bir olup kemerlerini oluşturdular ve yol almaya çalıştılar. Şii kemeri, Sünni kemeri, DAİŞ ve sürdürücülerinin kemerleri, Siyonizm ve Türkizm kemerleri, duvarlarla katman katman dizildiler. Bu kemerlerle demokratik mücadele verenleri boğmak isterken, kendilerini boğulmaktan kurtaramadılar. Bu kemerler arasında Kürtlerin ve kadınların farklılıklarla ortak mücadelesi değişen denklemin aktörü oldu. 
 
Bugün neler oluyor, geleceği etkileyecek denklemin değişimiyle ne yapılmak isteniyor? Türkiye’nin denklem içine girme çabası nedir?
 
Son bir yıl içinde dengelerin değişmesi, ‘haritalar yeniden çiziliyor’ söylemleri AKP- MHP’yi harekete geçirdi. Türkiye siyasetinde, Kürt sorunuyla ilgili bir değişim hep dış dinamiklere bağlanır, ‘dış aktörlerin etkisiyle olur’ eğilimi ağırlıktadır. Tabi ki artık dünyada ülkeler, birbirlerinin mahallesi kadar birbirini etkiliyor ancak Türkiye siyaseti, demokratik mücadele veren iç dinamiklerin lehine kendi değişimini yapmadığında, dış egemen aktörler kendi lehine Türkiye ve demokratik değişim yanlısı dinamiklerin aleyhine değişmeyeni değiştirirler olarak okumak daha gerçeğe yakın bir okuma olur. Bugün AKP-MHP, Kürdistan üzerinden Ortadoğu’da (iflas etmiş tüm pratiklerinden sonra) Kürt kartını yeniden eline alarak kendine yer açıyor. Bu nedenle Devlet Bahçeli-Efkan Ala ile 2013 -2015 bağlantılı bir izlenim vererek, DEM Parti’ye elini uzattı. Bu, ülkenin atmosferini pozitif yönde değiştirdi. Ancak ülkenin bedeli ağır çatışma ve şiddet ortamını görmeden salt bir kişinin yeniden seçilmesine süreci bağlayan bakış açısı, ülkeyi daha uzun yıllar çatıma halinde tutmaya yarar. 
 
Yaşananları takip ettiğinizde, en derin boşluk nerede yaşanıyor?
 
Konunun ele alış biçimine baktığımızda entelektüel sorumluluk ve birikimden yoksunluk öne çıkıyor. Tartışma ve değerlendirmelere katılanların unvanları; siyasetçi, profesör, uzman, araştırmacı gazeteci, hukukçu, diplomat vb. ‘25 yıldır İmralı’da tecrit mi var, avukatlarıyla da mı görüşmüyor’ ya da ‘Ben avukatım, umut hakkını hiç duymadım’ diyerek hayretler içinde kalıyorlar. Bir yandan da ‘Kürtler ne istiyor’ sorusunu Kürtler olmadan tartışıp 40 yıllık resmi ağızlardan terör sorunu ile ele almaları vb. Çatışma çözüm süreçlerinde çatışan tarafların öncü aktörleri kadar üçüncü bir yüz ve sorunu nedenleriyle ele alan siyasi, hukuki, eşitsizlikleri ortaya koyan entelektüel birikim ve sorumlulukla barışın toplumsallaşması konusunda etkin rol alanlar entelektüellerdir. Ancak ülkemize baktığımızda entelektüel birikimden uzak günlük çelişkili söylemler etrafında dolanma edimi aşılmıyor. Tek tek isim vermek istemiyorum ama kendine demokratım diyenlerin Kürt öncülerini ve siyasi oluşumunu aşağılamasını ayıplıyoruz. Aynı zamanda kullandığı kimlikle birlikte kendini de aşağıladığını hatırlatma sorumluluğunu yaşıyoruz utanılacak bir durum.
 
“Terör” etrafında şekillenen değerlendirme ve söylemler hangi kurguyla sunuluyor? 
 
Resmi ağızlardan duyduğu ret ve inkardan doğan isyanın, acımasız yönünü PKK ve Kürtlere yükleyerek ‘terörizm’ iddiasını daha da güçlendirme yönüne evirten yaklaşım çözüm değil çatışmaya hizmet eder. Her iki taraf için acıların artık katlanılamaz olacak kadar ağır boyutlara varması, her iki tarafın da dünyadaki birçok devletin nüfusundan fazla kaybın olduğu, devletin trilyonlarca dolara varmış savaş bütçesiyle tüm tarafların açlığa mahkum edildiğini söylemek daha nesnel tahlil etmeyi gerektiren bir duruşa ihtiyaç var. Bugün ulus devlet tanımı entelektüel bakış açısıyla yapıldığında, ulus devletlerin ret ve inkar politikalarına karşı çıkan halk ve kadın mücadeleleri suçlu konumunda tutularak, çatışma, savaş ve şiddete yol açılıyor. Özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesi verenlere karşı ulus devletin en büyük şiddet ve silah tekellerini elinde tutan, yine politikalarının temeline ‘zor’ u koyan ‘güvenlikçi’ politikalarla devlet terörü uygulaması görülmeden, bunun eleştirisi yapılmadan, bununla yüzleşmeden, bunun siyasal hukuki mücadelesi verilmeden yapılan çağrılar çok anlam ifade etmez. Çağrı daha çok sorunu manipüle edip, daha büyük çatışmalara zemin hazırlamaya dönüşür ve şimdi yaşanan da budur.
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın üzerinden yürütülen tecrit politikası, tüm ülkeye yayılırken İmralı kapısı açılmadan çözüm konuşulabilir mi?
 
Geçmiş pratiklerden bu çokça görüldü; Sayın Öcalan hiç haber alınmazken dahi yalan haberlerle, algı yönetimleriyle resmi iktidarca ve muhalefetçe itibar kaybına uğratılmak istendi. Yine aynı çevreler, kapalı kapılar ardından ‘bir şey oluyor’ imalarıyla kendi varsayımlarını çatışmayı sürdürme hevesleri için söylemlerini Sayın Öcalan’a mal ederek, etikten yoksunlukla, iktidar karşıtlığı veya yandaşlığı gibi sunuluyor. Bu yaklaşım, sadece Kürt’ün ve kadının statüsüzlüğüne hizmet etmekle kalmaz aynı zamanda güvenlikçi politikalarla her iki tarafa acı kayıpların katlanmasına ve antidemokratik hukuksuz KHK’lerle yönetilen bir rejimin sürekliliğine de hizmet ediyor. Bu sorun kaç hükümet değiştirdi, her seferinde seçim gündemli bu yakıcı sorunu ele almak etikten yoksulluktur, bundan derhal vazgeçilmesi gerekir. 
 
Kürt sorununun çözümsüzlüğündeki ısrar Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da nelere mal oluyor?
 
Irkçı, mezhepçi, militarist kemerlerin biri yıkılır başka biri yaptırılır. Bu kemerler sahibini boğmaya başladığında kendini kurtarma uğruna halkına ‘ya öl ya öldür’, ‘Din elden gidiyor mezhep yok oluyor’ söylemleriyle, cenazeler eşliğinde milli birlik beraberlik söylemleriyle ölüm, yıkım, yoksulluk, açlık dışında kazanılan bir şey yok. Ortadoğu’da yaşamak pahalı, ölüm ucuz hale getiriliyor. Yine çözümsüzlük, Ortadoğu’yu mültecileştiriyor. Ortadoğu için çok bilinen bir söz var ‘Medeniyet diyarı kadim Fırat ve Dicle’nin birleştiği Basra boydan boya tanıktır ki Mezopotamya halkları kitaplarını Kahire’de yazar, Beyrut’ta basar, Bağdat’ta okurdu.’ Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da şimdi yeraltı cesetlerle dolu, yeryüzü zindanlarla ve gökyüzü savaş uçaklarıyla… Oluşturulan ırkçı, mezhepçi ittifak denklemleri çöktü, kadını vadedilmiş beden, Kürdistan’ı Filistin’i vadedilmiş işgal toprakları olarak paylaşanlar Ortadoğu’yu kan gölüne dönüştürdü. Yüzyıldır hegemonlar ve işbirlikçi hegemoncukları, Ortadoğu’yu işgal etme yöntemi olarak ‘böl, parçala, yönet’ politikalarını sürdürmek için eşitlik ve özgürlüğe dair mücadele eden dinamikleri ‘terörizm’ yaftasıyla işgalin, soykırımın, hukuksuzluğun üstünü örtüyor. Yalan ve ihanetten daha öldürücü bir silah yoktur. Bu silah döner sahibini vurur, çözümsüzlüğün sonucu bundan başka bir sonuç vermez.
 
 
Gelinen aşamada samimi yaklaşımın göstergesi tecridin sonlandırılmasıdır. 25 yıl oldu; ‘umut hakkı’ Mandela kuralı, AİHM kararları ile Sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü sağlanmasını elzem kılıyor.
 
 Abdullah Öcalan, 23 Ekim’de yeğeni Ömer Öcalan ile yaptığı görüşmede, "Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim" dedi. Mesajı nasıl okudunuz?
 
Sürecin siyasi ve hukuki zemine çekilmesi, tecride son verilmesi ve Sayın Öcalan’ın fiziki koşullarının özgürleştirilmesi gerekir. Yine dünyaca bilinen yöntem; sorunun çözümü için masanın diğer tarafında seçimle iktidar olmuş parti ve onun yetkilendirdiği heyetler ve üçüncü bir yüz olur. Çünkü çatışmanın devlet nezdindeki tarafı iktidar partisidir. Ülke parlamentosu ise, bundan sorumludur. Tarafların sorumlulukları sorunun çözümüne yol aldırmadır. Sayın Öcalan’ın çözüm iradesini ortaya koyması önemli bir adımdır. El uzatmanın ötesinde bir duruma işaret ediyor. İktidarın samimi, ortak devlet aklıyla hareket etmesi gerekiyor ve sorunu ‘güvenlikçi’ politikalarla değil hukuki ve siyasi zeminde ele alması gerekiyor. Sayın Öcalan da, işaret ettiği bu zeminlerde teorik ve pratik güce sahip olduğunun altını çizdi. Yani 40 yıldır şiddet ve çatışmaya yol açan nedenleri siyasi ve hukuk zemininde müzakere ederek, ortadan kaldırmak sorunu çözmektir. Sayın Öcalan’ın söylediklerinin daha önceki süreçlerle bağlantısını kurarak okumaya ihtiyacı vardır. ‘Ne inkar ne isyan’ vurgusu ciddi ele alınması gerekir. İnkar ve isyan kısır bir döngüdür kimseye kazandırmaz. Her iki taraf için de mutlak yenilgi yaşamayacak ama mutlak zafer de olmayacak. Sayın Öcalan, bu vurgudan hareketle inkar eden taraftan isyan eden tarafa düşen sorumluluklara her süreçte işaret ederek kendi cephesinde sorumluluğu üstleniyor. Gelinen aşamada sürece samimi yaklaşımın göstergesi tecridin sonlandırılmasıdır. ‘Umut hakkı’ pazarlık konusu edilmemelidir. Zaten hukuki bir engel yoktur. 25 yıl oldu ‘umut hakkı’ Mandela kuralı, AİHM kararları ile Sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğünü sağlanmasını elzem kılıyor. 
 
Ömer Öcalan’ın aile görüşmesi sonrası DEM Parti hazır olduğunu, PKK önderliğinin muhatap alınmasında hep ısrarcı olduğunun altını çizdi. Dikkate değer STK’ler, kadınlar, çevreler, siyasi partiler de sorunun çözümüne sıcak baktı. Bir taraftan kayyım atamaları ve saldırılar bir taraftan manipülasyonlar olumlu havayı zehirliyor. Buna devlet son vermeli, her iki tarafın acı kayıplarına eşit değer vermekle sürecin samimi yeteneğini ortaya koyar. Sonuç olarak; sorunun hukuki ve siyasi zeminde çözülmesi için duyarlı demokratik, siyasi ve hukuki kurum ve kuruluşlar ciddi emek ve çaba sahibi olmalılar. Medya, bu süreçte meslek etik ilkesi olan barış gazeteciliği ilkesine bağlı kalarak süreci manipüle etmeden sorumluluk almalıdır. Bu süreçte insani, vicdani ahlak ilkeleri gereği sorunun çözümü için çabalar artırılmalıdır. 
 
25 Kasım vesilesiyle kadınlara nasıl bir çağrıda bulunmak istersiniz?
 
Öncelikle zulümhanede direnen kadınlar olarak tüm kadınları ‘jin, jiyan, azadî’ heyecanıyla selamlıyoruz. Bugüne kadar birbirimizi selamlama geleneğimizle, kadına yönelik şiddete karşı mücadelemizin dünyaya yayılmasına paralel birbirimizin sesi ve umudu olduk. Mücadele geleneğimizin sürdürücüleri olarak, Kürdistanlı, Türkiyeli tüm kadınlar olarak birbirimizin sesini, umudunu daha fazla yayarak bugün ülkemizde yaşanan çatışma ve şiddeti sona erdirmek için örgütlenelim. Söz ve eylem birliğinde birleşik kadın mücadelemizi oluşturarak, dinamikleşme iddiamızı oluşturalım. ‘Şiddetsiz, savaşsız bir ülke ve dünya mümkündür’ü ülkemizden başlatarak bu umudu dipdiri capcanlı tutalım. Ortak yürüyüşümüzde ‘Jin jiyan azadî’, ‘Asla yalnız yürümeyeceksin’, ‘Bir kadın daha eksilmeyecek’ sloganları selamlarımız olsun. Bulunduğumuz direniş alanında tek tek tüm kadınlara tilililerimizle ‘in, jiyan, azadî’ olup alanlara aktığımız her daim ve her koşulda yanınızda olduğumuzu bilmenizi isteriz. Jin jiyan azadî.
 
MA / Zemo Ağgöz-Hivda Çelebi