Sanal bireycilik nasıl aşılır?

img

ANKARA - Sanal bireyciliğin etkisiyle üretim araçlarının toplumun ihtiyaçlarını belirlediği bir süreçten geçildiğini kaydeden tutsak Saadet Akın, “Bu saldırılara karşı komünal toplum ve özgür birey olmak yolumuzu aydınlatacaktır” dedi. 

Ulus devlet sistemiyle birlikte tek tipleşen toplumlar yaratılmaya çalışılıyor. Bununla birlikte liberalizmin günümüz dijital medya olanaklarını da arkasına alarak, bireyciliği geliştiriyor ve toplumsallıktan uzaklaştırıyor. Tüm bu tablo kendisiyle beraber krizli hali de büyütüyor. Ulus devletin ve kapitalist modernitenin ortaya çıkardığı sanal bireyciliğin yarattığı krizden çıkış yolları nereden geçiyor? Sanal ve maskeli bireyciliği, hakikatli ve komünal birey ve toplumla nasıl aşabiliriz? Bu soruların yanıtlarını, Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan Saadet Akın’dan dinliyoruz. 
 
Ulus devlet sisteminin toplum ve birey üzerindeki etkileri nelerdir?
 
En kısa haliyle dahi, ulus-devletin tanımını yaparsak, topluma ve bireye ne verdiği, daha doğrusu hangi değerlerini çaldığını anlayabiliriz. Tek etnik ulusun çıkar ve faydasına kurulmuş, o ulusun din ve kültürünün hakim kılındığı, diğer ulusların dışlandığı, yok sayıldığı bir devlet sistemidir. Doğrusu; ulus devlet gerçekliği karşısında bu tanımlama çok naif kalıyor. Kapitalist uygarlığın en barbar, faşist ve yalanı-hileyi sanat edilen sistemdir. Ulus devlet sistem olarak Fransa çıkışlıdır. Ancak tarihsel arka planı beş bin yıl önce Sümer Rahip Devletleri’ne kadar dayanıyor. Çünkü iktidarlar da para gibi biriktirerek, büyüyerek bugüne gelir. Ancak o günden bugüne hiyerarşik-devletçi sistemi ulus devlet kadar inceltilmiş bir şekilde birey toplumu ‘Vatandaşlık-yurttaşlık’ adı altında bir bütünen sömürmemiştir. İktidarını toplumun en kılcal damarlarına kadar yaymamıştır. Olumlamak için belirtmiyorum ancak Ortadoğu’daki imparatorluklarda dahi, görece bir serbestlik, otonom haklar, kendi kimlik ve kültürü ile varlığını sürdürme durumu söz konusuydu. 
 
Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan Saadet Akın
 
Ulus devletin toplumun farklılıklarını barındıran yapısını homojenleştirdiği yani hâkim ulusun potasında eritip, tek tipleştirmeye çalışan bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. ‘Tek dil, tek devlet, tek bayrak’ üçlemesi, ulus devlet faşizminin formülünü çok net ortaya koyuyor. 
 
Daha sonra imparatorluğun sınırlarına, topraklarına dahil edilen (Katliamcı fetihler ya da uzlaşmalı katliamlar fark etmeksiniz) bölgeler, kurumlaştırılmış bir çatı altında yer alan yurttaşların yaşadığı bölge olarak değil, vergiye bağlanmış bir bölge olarak kabul edilirdi. Yani homojenleştirme çabası yoktu. Buradan yola çıkarak, ulus devletin toplumun farklılıklarını barındıran yapısını (Farklı uluslar dolayısıyla farklı dil ve kültürler, kimlik ve tarihler) homojenleştirdiği yani hâkim ulusun potasında eritip, tek tipleştirmeye çalışan bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. ‘Tek dil, tek devlet, tek bayrak’ üçlemesi, ulus devlet faşizminin formülünü çok net ortaya koyuyor. Ulus devlet, on binlerce yıl boyunca insanlığın emeği ve bilinci ile yaratılan toplumsallığın inkârı soykırıma uğratılmasıdır. Bu sistem, insanlığın doğanın varlığına kasteden bir sistemdir. Çünkü toplumsallaşarak var olan insan, toplumun üzerinden dar bir kesimi kapsayan ve geriye kalan tüm toplumu kendi çıkar ve menfaatleri için koşturan bir sistem, toplumun kendini düşünen doğa yani düşünen bilince çıkaran ve kendini yaratan bir varlık olan hakikatine ters düşer. Ve bu yaşamın inkârı demektir. Ulus devlet sistemi bu açıdan toplumunda, bireyin de mankurtlaştırılmasıdır (Bilinçsiz köle). Özüne, varlık sebebine yabancılaşması, köksüzleşmesidir.
 
Sizin de belirttiğiniz gibi ulus devlet sisteminin inşası ile toplum öz değerlerine yabancılaştırılmak istendi. Bununla amaçlanan neydi bu amaca ulaşıldı mı?
 
Toplumun politikasızlığı, bireyin de iradesizliğini kıskaca almayı başardığınız oranda, sisteminizi inşa edebilir, ayakta tutabilirsiniz. Tabi bunu yaparken, devlet ile birey arasında kurulan vatandaşlık bağının belli bir hukuka oturtulması, bu hukukun kendi eğitim sistemini ve insanını üretmesi bu karakterin toplumda tek tek bireylerde içselleştirilmesi biçiminde bir mekaniği de işletmeniz gerekmektedir. Bu karakterler, yani ulus devletin kurumlarında şekillendirilen kişilikler, ulus devletin çıkarlarına göre değişiklik gösterebilir. Kimin de liberal-pragmatist kişilikler bu çıkarlara uygun iken, kiminde bunların yanı sıra kindar ve dindar kişilikler, zihniyet örgüsü bu çıkarlara uygun görülür. Ama en nihayetinde hedeflenen toplumsal değerler ve irade sahibi özgür birey olma hakikatidir.  Toplumsal komünal değerler, devletli sistemlerin özelde de ulus devleti en çok bastırdığı ve saptırdığı değerler olduğu için komünal bilinçle değerleri ele almak ve anlam yüklemek günümüzün en zor işi. Özellikle de günümüz insanı, bireyci, bencil, pragmatist ilişkiler içerisinden şekillendiğinden ve bu temelde bir köksüzlüğü kendine yabancılaşma, insana-topluma yabancılaşma, doğaya yabancılaşma yaşadığından, binlerce yıl boyunca yaşanmış komünal değerler sisteminin nasıl olur da bugün var olamayacağı düşünülebilir. Evrenin yok olmama gibi bir ilkesi vardır. Var olanın yok olması diye bir olgunun olmadığı, bilimsel olarak da geçmişten günümüze süregelen direniş kültüründen yola çıkarak, toplumsal gerçeklik, hakikat olarak da kanıtlanmıştır. Bir şey küçülebilir, biçim değiştirebilir, bastırılıp silikleştirilebilir ancak asla bir bütün yok edilemez. Her şey kendi öz niteliklerini koruyarak, büyüyerek, küçülerek, biçim değiştirerek, sonsuza kadar var olmak durumundadır. Bu ilke; insan ve toplum için de geçerlidir. Toplumsallığın dolayısı ile insanın özü komünal değerlerdir. Bu değerler çerçevesinde binlerce yıl yaşamını eşitlikçi, paylaşma, doğa ile bütünlüklü simbiyotik bir ilişki içerisinde var edebilmiştir.   Yaşam bunun etrafında örülmüştür. Tabi günümüzde bu değerler, toplumsal ilişkiler, birey olma olgusu çarpıtıldı, içi boşaltıldı. Bireyci bir zihniyetle yaşam tarzı ile komünal yaşamı birey ve toplumunu kavramak anlamak haliyle zor sanat. Düşünsenize ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için’ anlayışı ve yaşam biçiminden ‘İnsan insanın kurdudur’  ‘Bu dönemde kardeşine bile güvenmeyeceksin’ denilen bir noktaya gelinmiştir. Bu gelinen durum, bireyin ve toplumun çürümüşlüğü değil midir? İnançta, sevgide, yaşama saygıda, emekte var oluş hakikatinde bir çürümedir. Ve bu çürümedeki kurt ve kurtçuklar hiç şüphesiz ki hiyerarşik devletçi ataerkil sistem ve onun türevleridir. İnsan insanın değil, devlet ve iktidar; kapitalist modernitenin üç mahşeri atlısı (Ulus devlet, azami kar kanunu ve endüstriyalizm) insanın ve toplumun kurdudur. En çok da yalandan, hileden ve sahtekarlıktan beslenmiştir. Geçenlerde bizleri dehşete düşüren bir haber izledik; Kars İmam Hatip Lisesi’nin spor salonuna minyatür bir mezar bırakılmış ve bir genç kıza ‘Annen öldü, ağıt yak’ deniliyor. O genç kız da sanki kendisinden istenen şeyi normal bir şeymiş gibi, gerçekten annesi ağlamış gibi hüngür hüngür ağlayıp bir şeyler söylüyor. Mezar yalan, ölüm yalan, genç kızın gözyaşları yalan… Bu kadar yalanın içinde hakikat doğar mı, doğru hayat yaşanır mı?
 
Duygusu, acısı dahi yalana ve sahtekarlığa bulaştırılan bir birey, bu gerçekliğin farkına varmadığı ve oradan dönüş yapmadığı sürece ancak ulus devletin üzerinden yükseldiği sorgulamayan, soru sormayan, iradesiz insan topluluğu içinde bir hiç olacaktır.
 
Duygusu, acısı dahi yalana ve sahtekarlığa bulaştırılan bir birey, bu gerçekliğin farkına varmadığı ve oradan dönüş yapmadığı sürece ancak ulus devletin üzerinden yükseldiği sorgulamayan, soru sormayan, iradesiz insan topluluğu içinde bir hiç olacaktır. Çünkü var olmak sorgulamakla başlar. Verdiğim bu örnekte gıyaben de olsa öldürülenin ana, ağıt yakanın da bir genç kız olması yani ten olarak da can olarak da öldürülenlerin kadın olması ayrıca dikkat çekicidir. Analık olgusu, insanlık ailesinin en kadim hakikatidir. Söz ettiğimiz komünal değerlerin yeşerdiği can bulduğu özdür. Buradan da şu hakikate varıyoruz ki; ulus devlet kadının da kurdudur. Değerlendirmenin başında, özün asla yok olmadığını belirtmiştim. Her ne kadar ulus devlet toplumsallığı, ahlaki politik öz değerlerini bastırmış, geriletmiş ve zayıflatmış olsa da bir bütünden yok edememiştir. Bu mümkün de değildir. Her kesin katıldığı ve yaratımında bulunduğu, bir birini korumanın esas olduğu, iktidarın, yalanın ve hilenin olmadığı bir toplumsal form olarak yaşayan özün, günümüzdeki karşılığı komünal toplum, radikal demokrasidir. Her ne kadar sistem olarak demokrasi, en çok demokrasiden söz eder ama demokrasinin de özgürlüklerin de canını okuyan iktidarlar tarafından kirletilmişse de, (Bu ülkede askeri ve siyasi darbeler demokrasi şöleni olarak topluma sunuldu)  bu değerlerden vazgeçmeyen halkların, kadınların direnişleri, demokrasi mücadelesidir. Bu mücadele devam ettikçe, ulus devletin bu çürümüş zombi sistemin amacına ulaştığı söylenemez.
 
Günümüzde en çok tartışılan konuların başında ulus devlet sistemi ve kapitalist modernitenin içinde bulunduğu kriz geliyor. Bu kriz hali toplum üzerinde ne tarz etkiler bırakıyor? 
 
Sermaye, güç iktidar zemini üzerinden inşa olan ve buna dayanarak toplumu kendi çıkarları için koşturan bir sistemin kendisi bir bataklıktır. Ve toplumu da bu bataklığa çekmektedir.
 
Ulus devlet sistemi çıkış itibariyle toplumsallıkta binlerce yıllık komünal değerler etrafından örülen yaşamdan bir sapmadır. Gasp, talan, tahakküm üzerinden kendinsin inşa etmiştir ve çürümenin ta kendisidir. Çıkış aşamasına dahi kısa bir bakış, bunu gözler önüne serer. Pazarların genişlemesi süreci ile ulusallaşma paralel bir şekilde yürüdü. Kapitalist nitelikli mal nakliyatı bir yandan kent ve kasabaları bir birine bağlarken, öte yandan yerel özerkliğe zarar vermeye başladı. Tam da bu noktada nasıl bir sistem ortaya çıkacak? Sorusuna kaostan çıkan cevaptır ulus devlet ve toplumsal değerleri sömürecek toplumun ihtiyaçlarına yerelden cevap olan esnafı, daha da küçülterek, yok ederek, çatıştırarak zayıflatıp, kendisine bağımlı hale getirerek yayılmıştır.  Sermaye, güç iktidar zemini üzerinden inşa olan ve buna dayanarak toplumu kendi çıkarları için koşturan bir sistemin kendisi bir bataklıktır. Ve toplumu da bu bataklığa çekmektedir. Ulus devlet, cinsiyetçiliğin, dinciliğin, milliyetçiliğin ve kapitalist modernitenin hizmetine girmiş, pozitivist bilimcililiğin örgütlü çete şebekeleri olan sermayedarlarca kullanıldığı bir tiranlık sistemidir. Bireyi iradesizleştirerek toplumsal bağları çürüterek ömrünü uzatmaktadır. Bugün toplumun, bireyin doğanın geldiği noktaya bir bakalım; kendisini özne ve kendi dışında her şeyi, herkesin üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olduğu bir nesne olarak gören bu sistemde, toplum; güdülecek bireyler yığını haline, birey; cinnet sınırında dolaşan avare mayınlar haline, doğada; her türlü katliamın üzerinde gerçekleştirildiği cansız, ruhsuz bir meta haline getirilmiştir. Kendi kendini yönetmeyen nasıl bir yönetim sorusuna cevap verme iradesi elinden alınan, en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan, politikasız bırakılmış bir toplum; ‘Bana ters baktı öldürdüm,’  ‘Erkekliğime laf söyledi vurdum’ ‘Beni aldattığını hissettim öldürdüm’ deyip cezasızlık ile ödüllendirilen, kadınlara karşı birer tetikçi haline getirilen kravatlı, takım elbiseli erkeklik; toplumsal cinsiyetçiliğin tüm özel yıldırma, öldürme politikalarının yönelttiği, tüm kazanımlarının elinden alınmaya çalışıldığı, direnenlerin hedef alındığı, bu gerçeklikten kopuk olarak da sahte özgürlük yapay güzellik algılarına boğdurulduğu kadınlık; kirletilen, altı üstüne getirilen, her karış toprağı ranta açıldığı, zehirlenen, bombalanan, yakılan yıkılan her türlü tahakümün üzerinde yürütüldüğü doğa, sanırım bu örnekler bile sapak ulus devlet sisteminin doğa toplum birey üzerinde yarattığı çürümeyi gözler önüne sermeye yeter.
 
 Tüm bu krizal halin yanında sistem sanal bir birey inşa ediyor. Dijital medyanın da gelişmesiyle birlikte toplumsal refleksler minimalize ediliyor. Sanal medyanın bu boyutta yaygınlaştığı bir ortamda asosyal bir toplum ortaya çıkıyor. Sistemin sanal bireyciliği inşa etmedeki amacı nedir?
 
Kürtçe de kişilik-birey iki farklı kavram da anlama kavuşur; Hebûn ve xwebûn. Yani var olmak ve kendisi olmak. Hebûn; içine doğduğumuz kültürel değerlere kendini dile getirmek iken, xwebûn; onunla bütünleşmek, özümsemek, onunla bedenleşmektir. Hebun insan olmak iken, xwebûn insan-i kamil olmaktır da diyebiliriz. Yani insanlığın toplumsallığın özüne, erdemlerine, duruşuna, bilincine giden yolda olmak, oluşmak form kazanmaktır. Türkçe’de kişilik; bir kişinin has vasıflarını meydana getirdiği hal, şahsiyet, kimlik, insana mahsus hareket… Olarak tanımlanırken, İngilizcede kişilik Personalitydir. Kelimenin Latince kökeni ‘persona’nın anlamı maskedir. Yani kişilik ile maske aynı anlamdadır. Dikkatinizi çektiyse; mekânsal olarak dahi toplumsallığın doğduğu özden uzaklaştıkça, söz/söylem de özünden uzaklaşıyor. İlkinden; ‘hebûn ve xwebûn’un kesin bir şekilde kültürle, toplumsallıkla bağı kurularak tanımı yapılırken, ikincisinden kişinin kendi ile sınırlı tutulup, kişiye has olarak tanımlanıyor. Üçüncü tanımda ise maske ile yani sahte olanla özü, esası gizleyen ile dile geliyor. Peki, sahte olan nedir? Farazi, mefhum, yani vehim ve hayalde meydana getirilen hakikatte olmayan. Hakikat ise; doğru sürekli bağlılık, söylenen ile söylenilen şeyin uygun olması hali. Dolayısı ile varsa, olursa yani anlam yapısallık kazanırsa ancak o zaman hakikatten söz edilebilir. Ulus devletin toplumu ve bireyi mankurtlaştırmasından söz etmiştik. ‘Aşırı maskeleme insan anlayışını aldatma ile yakından bağlantılıdır’ bireyin toplumsal hafızasını zayıflatırsan, zayıf bir hakikate toplumu daha kolay yönetebilir, sürü çoban diyalektiğini işletebilirsin. Uygarlık sistemi; bu diyalektiği kurmuştur ve bugün en inceltilmiş haliyle neredeyse görünmez kılınmıştır. Kişinin bilinci, tarihine algıladığı noktaya gidebildiği kadardır. 
 
Uyuyan gerçekliği uyandırmış, hakikate yakınlaşmış olur. Geçmiş ve şimdi gelecek için neyi ifade eder sorusuna cevap bulmak ya da cevap olmak bu noktada birey olmak için önemlidir. Toplumu oluşturan bireyler, toplum ile kazanmasını bilen bireylerdir.
 
Kişi kendisini var eden, ona kimlik ve kişilik kazandıran özelliklerin oluştuğu dönemleri yani tarihini bildiği oranda güncelliği gerçekçi bir biçimde yaşar. Uyuyan gerçekliği uyandırmış, hakikate yakınlaşmış olur. Geçmiş ve şimdi gelecek için neyi ifade eder sorusuna cevap bulmak ya da cevap olmak bu noktada birey olmak için önemlidir. Toplumu oluşturan bireyler, toplum ile kazanmasını bilen bireylerdir. Bencil, hep ben diyen sorumluluk karşısında bananeci tutumlar içerisine giren, her şeyi salt kendi gözü ile gördüğü biçimde anlayan, perspektifini genişletmeyen, dar bireysel çıkarlar ile hareket eden, doğruyu, yanlışı, başarıyı, başarısızlığı kendisine faydalılığı üzerinden değerlendiren akıl ve yürek bireyci insan duruşudur. Ve toplumsal olan insan hakikati ile büyük bir çelişki içerisindedir. Dolayısıyla sanaldır, maskelidir ve a-toplumsaldır.  A-toplumsal olan birey, bireyciliğin hapishanesinde tutsaktır, köledir. Köleliğin olduğu yerlerde daima efendiler de vardır. Peki, a-toplumsal olan sosyal olabilir mi?
 
Çağımızın çarpık sisteminde bu da mümkün hale gelmiş durumda. Elbette sosyal medyanın gücünü yadsıyamayız. Zihniyet savaşında kullanılan en temel argümanların başından geliyorlar. Bu ağlar ile girilmedik olan, hücrelerine kadar inilmeyen birey kalmamış nerdeyse. Bu durum da bazı sorular sormak ve cevap arayışında olmak gerekir. Örneğin; bu güç kimin, kimlerin elindedir? Objektif ve ya subjektif olarak hangi ideolojiye hizmet ediyor? İktidara karşı toplumsal mücadeledeki rolü ne kadar devrimci ve karşı devrimcidir? Sosyal medya platformlarının herhangi birinde doğru sözü söylemenin yaşamdaki pratik karşılığı nedir?  Bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar, sanal ile toplumsal olan birey arasındaki farkı ve neye hizmet ettiğini bazı yönleri ile ortaya koyacaktır.
 
Sanal ve maskeli bireyciliğin tarihsel kaynağı nedir ve hangi ideolojiden besleniyor?
 
Bu süreç, maskeli tanrıların inşa edildiği çağa kadar gidebilir. Yani toplumsal değerlerin komünal yaratımların kimi zaman zor, aygıtlarına kimi zaman şaman, rahip, askeri, şef ittifakının yaratmış olduğu aşkın tanrı ideolojisine başvurularak gasp edildiği, hiyerarşinin sınıflaşmanın başladığı zamanlara kadar gidebiliriz. Toplum da hiyerarşi ve sınıflaşmaya dayalı bir dönüşümün zihinsel alanı da işgal etmeye başlayan ‘Maskeli tanrılar’ çağında toplum üzerinde buyruk ve sömürüyü gerçekleştiren şef ve despotların elbette kendilerine biat edece bir teba inşa etmeleri gerekiyordu ve bu da ahlaki politik toplumu, toplumsallığı dağıtmak ile mümkün olabilirdi.  Sümer Rahip Devletleri ile başlayan hiyerarşik devletçi sınıflı ataerkil sistem, günümüz kapitalist modernitesinin ve onun ideolojisi olan liberalizmin çıkış kaynağıdır. Ve ruhu kapitalizmdir, iktidardır.
 
Sanal bireyciliğin yarattığı toplumsal gerçeklik ile mücadelede komünal toplum olmanın önemi nedir ve yol yöntemleri ne şekilde olabilir?
 
Yazar Evelyn Fox Keller’in “Genin Yüzyılı” kitabında; “Yaşam nedir?” diye bir başlık vardı ve elbette dikkatimi çekti. Konu genler olunca kaçınılmaz olarak yaşamın tanımı da biyolojik moleküler canlılık üzerinde yapması, maddi somut varlığın kökenin dile getirmesi pek olağandı. Canlı sisteme dair şöyle diyordu; “Canlı sistemler bir birinden bağımsız olarak evrimleşmiş, biri kendini hızlı bir şekilde yeniden üreten fakat hayata yatkın nükleik asit molekülleri kümesidir, diğer ise kendini idame ettirmede uzmanlaşmış, daha muhafazakar bir otokatalitik metabolik sistem (kendi kendini güçlendiren birbirine bağlı reaksiyonların toplamı) şeklinde-iki öncül alt sistem arasındaki simbiyotik (Karşılıklı çıkar ilişkisinin olduğu ortak yaşam)kaynaşmanın sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir. Bu değerlendirmede dikkatimi çeken iki nokta oldu. Birincisi; ‘Kendini yeniden üretme’ ikincisi ise; ‘Kendin idame ettirme’ en basit canlıda var olan iki sistem; yaşam, çokluk üzerine inşa edilmişti. Ve o çokluk kendi kendini idame etme, yani kendini de kentin de yönetme yeteneği ile varlığını sürdürebilir kılıyordu. Peki, bizler canlılığın muhteşem bir şekilde dile geldiği insan toplumu olarak, bu sapkın ulus devlet organizasyonunda kendimizi öz değerlerimizle üretip yönetebiliyor muyuz?  Ürettiğimizi tüketebiliyor muyuz? Ürettiklerimizi ne kadarı toplumsal ihtiyaçlar ve kimler tarafından tüketiliyor? Toplum, kendi kendini yönetme, ihtiyaçlarını belirleme, üretme, paylaşma yani komünal toplum, komünal birey olma hakikatinden saptırıldı. Eskiden toplumun ihtiyaçları üretimi ve üretim araçlarını belirliyorken, şimdi üretim araçları ve üretilen toplumun ihtiyaçlarını belirliyor. Elbette ki bu durum komünal toplum ve bireyi tarafından öyle kolay kolay rıza gösterilen dirençsiz bir şekilde kabul gören bir süreç olmadı. İnsanlık tarihinin bir yana hiyerarşik devletçi sistem ise diğer yanı da bu sisteme karşı daima direniş halinde olan, demokratik komünal sistemdir. Bu iki zihniyet arasındaki savaşım, mücadele daima zorlu olmuştur. Tarihten günümüze kesintisiz bir şekilde süregelmiştir. Bu gün hakim sistemin kapitalist modernite sitemi olması, bu gücünü ezici bir şekilde yanılgılı toplum birey inşalarından almasının yanı sıra, bunun karşısında hakikat, demokrasi, komünal değerler, özgürlük güçlerinin büyük mücadeleler vermelerine rağmen bunu bir zihniyet dönüşümüne sistem inşasına, evriltememesinden ileri gelmektedir. Toplumun özünde olmayan hükmetme, sahiplik etme, özel mülkiyet iktidar ve hiyerarşik yapılanmalar gibi toplumu öldüren, bireyi ifadesizleştiren, bir birine düşüren bir sistem de toplum ve birey kendisini var edemez, özgür kılamaz.
 
Bunun farkındalığı ile kendimizi de toplumuzu da iktidarın zehrinden kurtarmak, kopuşu gerçekleştirmek ve bunun sürekliliğini sağlamak için demokratik öz yönetim anlayışına ahlaki politik toplum inşası ile ulaşmak gerekir. Özcesi, bugün kapitalist sistemin ve ulus devletin bireye ve topluma dayattığı her politikaya tersinden cevap vermek, demokratik komünal toplum ve özgür birey olma yolunda yolumuzu aydınlatacaktır. ‘Aşk ayna olursa, gözler özgür bakabilir’ der Abdullah Öcalan. Ve eğer hakikat aşk ise, o halde yaşamı özgür kılmak, yakıcı da olsa, ona varmakta ısrarcı birer yolcu olmalıyız.
 
Geçmişi, bugünü, geleceği bir arada ortak değerler etrafından inşa ederken, bugünün sanal dünyasının ve teknolojisi nasıl olması gerekir. Tekelci egemen sistemle bağını tamamen koparan evrenin doğanın ve toplumun yararına kullanılan bir teknoloji olabilir mi?
 
İnsanlık tarihi aslında bir yanıyla da keşifler, icatlar tarihidir. Evrim süreci bir yönüyle de icat edilen aletler ile ulaşılan bilgi ve deneyim ile tanımlanmıştır. Paleolitik dönem mezolitik dönem, neolitik dönem ve benzeri çağlar, toplumun ulaştığı maddi ve manevi yapısallıklarla bilgi ve yaratımlarla ilgilidir. ‘Tüm klan ve kabile toplumlarında bilim bir bütündür’ ve bilimin temsilcisi ana kadın kutsal sayılır. Çünkü toplumsalın, doğanın bilgisine varmıştır ve öğreticidir. Herkese arzusu ve çabası oranında dağıtılır. Toplumsal ihtiyaç ile icatlar ve yaratımlar arasında kopmaz bir bağ var ve ulaşılan bilgi-bilim bu ihtiyaca cevap verme gücü olarak kullanılır ve kimsenin tekelinde değildir. Bilimin sermayeleşmesi, iktidarlaşması süreci, hiyerarşik devletçi sistemle başlar ve gittikçe derinleşir. Bu süreç doğaya ve topluma yabancılaşmasının da süreci olmuştur. Bir bütün olan bilim, önce doğaya, sonra topluma ve en sonunda da bireye, insana dair ne varsa, parçalara ayırmıştır. ‘Ne kadar doğa ve toplum kaynağı varsa, o kadar bilim bölümü türetilmiştir’ sermaye ve iktidar elitlerinin hizmetine koşturulmuş yeni bilme organizasyonları (Akademiler, üniversiteler) kendilerini açıkça yeni devletin gözde kuruluşları mertebesinde bulurlar. ‘Bu durum, doğadan ve toplumdan kopuşun ve düşmanlaşmanın göstergesidir. Nükleer silahlar, virüsler, kimyasal silahlar ve gazlar her tür yıkım silahları ve çevreyi yıkacak boyutlarda tehlike arz eden gelişmelerin bu ‘bilim merkezlerinde’ üretildiği biliniyor. İktidarların toplumlar üzerinde yürüttüğü, ‘Böl parçala yönet’ politikası bilime de uyarlanmıştır. ‘Aşırı parçalanan bilim, hem iktidara bağlanır hem de teknolojiye dönüşüp karlı bir alan haline gelir’ bu nedenle teknoloji ve bilim denilince akla ilk gelenin topluma faydasının ne olacağı ya da toplumun insanlığın buna ihtiyacının olup olmadığı, doğaya zarar verip vermediği, yaratacağı tahribat değil, ne kadar para kazandıracağı sorusudur. Dolayısıyla artık bilmenin, yaratmanın asıl amacı, yaşamın anlamını keşfetmek, topluma fayda sağlamak, doğa ve toplum barışını sağlama ‘değil, para kazanmaktır. ‘Bilim bilge çizgisinden bilim güç para/ bilim sermaye iktidar çizgisine geçmiştir’ bu anlamda yapılması gerekenlerin en başında bilimin varsa olumlu yanlarını geliştirmek, topluma, doğaya yabancılaşan, iktidarlaşan yanlarını kanser hücresi gibi bünyeden söküp atmak, sermaye iktidar bilimcilik kıskacında bilimin kurtarmak olacaktır. Bilimin üretimi, azami kar güdümlü teknolojiden ve endüstriyalizmden ekonomiyi ve ekonomi olmayan kapitalizmden finans kapitalden kurtarıp, komünal ihtiyaç temelli ekolojik bir ekonomiye dönüştürmek gerekir. Teknolojik gelişmenin ve ilerlemenin topluma, doğaya verdiği zarar ve ya sağladığı yarar üzerinden ele alıp, sağlıklı ekolojik sürdürülebilir ihtiyaçlara cevap olabilecek bir zihniyete çekmek ve bu anlayış ile tercihlerde bulunmak gerekir.
 
Tüm bu duygu ve düşüncelerle, kadının yaşama öncülük ettiği, komünalitenin esas alındığı, doğaya saygılı ahlaki, politik bir toplumda yaşamak umuduyla… 
 
Yarın: Erkek tanrıların öldürme kudretine karşı tanrıçaların bilgeliği kazanacak
 
MA / Dicle Müftüoğlu